Ve Allah (C.C) buyurdu ki:

İMAN EDEREK SALİH AMEL İŞLEYENLERİN HATALARINI AND OLSUN Kİ ÖRTERİZ VE ONLARI YAPTIKLARI AMELLERDEN DAHA GÜZELİ İLE MÜKAFATLANDIRIRIZ. (Ankebut, 7)

GÜNÜN SÖZÜ

İNSANLARA MERHAMET ETMEYENE ALLAH (C.C)MERHAMET ETMEZ...
Hadis-i Şerif

DUR!BURADAN ÖTEDE RİSK VAR!!!

HOŞGELDİN...AMA BURADAN SONRASI SENİN İÇİN HOŞ OLMAYABİLİR...DİKKATLİ OL...
Ben bir miktar suydum,
Yatağımı arıyordum,
Bulacaktım ama;
İzin vermediler,
Kim mi?
Herkes...

31 Ocak 2010 Pazar

BAŞLIK BULAMADIM

    Epey zaman oldu yazmayalı.Bir kaç gün bile yazmamak konusunda epey olmaya yetti.Bu gün artık yazma güdülerim katlanılmaz bir hal alınca çok kısa olmak kaydıyla oturdum bilgisayarımın başına.
    Neden yazmaya ara verdiğim konusuna gelecek olursam ;nedeni basit.Seviyorum.Bu sevgi beni mutlu ediyor.Acı çekmiyor iken yazmak bana biraz anlamsız geliyor.Duygularımı ancak acıyorken kağıda aktarabiliyorum.
     Seviyorum dostlar.Hem de öylesine seviyorum ki....Sevilip sevilmediğimi merak etmiyorum.Kayıtsız ve şartsız bir sevmek bu.
     Muhteşem bir duygu...İlk kez yaşıyorum bunu.Daha doğrusu bir süredir yaşıyorum.
     Daha önce de sevmiştim ben.Şimdi düşününce  yanıldığımı anlıyorum.Aslında sevmemişim de sadece sevdiğimi zannetmişim.Belki de sevmeyi seviyordum ,sevdiğimi sandığım kişiyi değil.
     Önceden sevmem için en azından bir tane şartım vardı:Sevilmek.Kim sevilmediği birini sever ki?Bunun imkansız olduğunu zannederdim ama değilmiş..Gerçek sevgi olunca sevmek için sevilmeye ihtiyaç duyulmuyormuş.
       Kısacası yani sözün özü ben onu çok seviyorum.Ve bu sevgi karşılığında hiç bir şey beklemiyorum.Onun beni sevip sevmemesini de önemsemiyorum.Sadece seviyorum onu.
 

22 Ocak 2010 Cuma

NAM-I DİĞER KÜRT AÇILIMI


    Önce açılım kavramını siyasi literatüre soktular.Sonra da peş peşe açılımı açmaya başladılar.
    Sanki hepsi bunun için el birliği etmiş gibiydi.Çarşaf açılımları,Kuran Kursu açılımları,Demokratik Açılımlar,Kürt Açılımları havada uçuşmaya başladı.
     Başbakan kameralar karşısında demokratik açılım açıklaması yaparken sözlerini açılımını yapacağı kavramla paradoks teşkil edecek bir çelişki cümlesiyle bitiriyordu."Bu konuda söz ola,baş kesile."Bu nasıl bir demokratik açılımdır ki hakkında söz söylenmeyecek ve eğer söylenirse baş gidecek.Bu cümlenin muhatabı da kendi partisinin milletvekilleriydi.
    Demokratik açılım nam-ı diğer Kürt Açılımı ortaya çıkınca garip hadiseler cereyan etmeye başladı.Kürt açılımının muhatabı olan Kürtler'in onlu yaşlarda ki çocukları bu işe isyan ettiler.Hemde öyle isyan ki anaları babaları evlerinde otururken bu çocuklar sokağa döküldüler ve polisle çatışmaya girdiler.Nasıl bir Kürt Açılımıdır ki bu Kürt çocuklarına isyan ettirdi?
   Ardından yine aynı başbakan kürsüden "Anneliğin ideolojisi olmaz" diyordu.Yani bununla şunu kastediyordu:Her anne annedir,terörist annesi olması onun duygularını değiştirmez.Oysa daha çok olmamıştı aynı başbakan o annelerin oğullarına "istemeyen çeksin gitsin"diyeli.
    Cumhurbaşkanı da devredeydi.Sağda solda "Türkiye'nin en önemli meselesidir"şeklinde beyanatlar veriyordu.Kimse de "ey cumhur başkanı,en önemli soruna yeni mi sıra gelebildi ?" diye sormadı.Sorulsaydı da verecek bir cevap bulurdu o.
     Abdullah bu işlere dahil olabilmek için müthiş çaba harcıyordu.Elçileri vasıtasıyla sürekli bültenler yayınlamaktaydı.Barış olacaksa bu bana bağlı diyordu her fırsatta.Çocukları gibi sevdiği DTP'li milletvekilleri de her fırsatta O'na tam bağlılık bildiriyorlardı.Abdullah derken yanlış anlaşılmasın ...Hani şu kendisine bir ada tahsis edilmiş ,otuz bin kişinin katili olan var ya...Hani odasının ebatları üç santim küçük diye uğruna sokakların ateşlere verildiği Abdullah...Nam-ı diğer Apo..O'nu kastediyorum...Avukatları sanki onun özel elçileri gibidiydi.Kimse bu avukatlar ne yapıyorlar diye sormadı bu ülkede ama bakanlık bu milletin parasıyla trilyonlar harcayıp onu Avrupai şartlarda yaşatmak için yaptırdığı barınağa nakletme telaşındaydı.
     Dünyanın jandarması ABD'de de garip bir şeyler oluyordu.Daha dün silahlarını sağladığı,her türlü desteği vermekten kaçınmadığı ,hatta tank bile verdiği Pekaka'nın başlarını bu gün uyuşturucu kaçakçısı ilan ediyor ve aynı zamanda da ABD'de ki mallarına da el koyduğunu açıklıyordu.Ayrıca her platformda üzerine basa basa terör örgütü diyordu.
      Muhalefetin anası ise daha bir garip davranıyordu.Açılımın resmen önünde durmaya çalışıyordu.Her türlü eleştiriyi getirme gayretine girişmişti."Bu açılım değil ayrıştırma" diyordu Bay Kal.İktidar ne yanıt veriyordu?"Kürt vatandaşlarımıza haklarını vereceğiz"Oysa daha doksanlı yıllarda muhalefetin anası elinde bir rapor Kürt sorunlarına eğiliyor ve onlara haklarının verilmesi gerektiği sonucuna varıyordu.Dün Kürtler'in hakları diye rapor hazırlatan Bay Kal bu gün Kürt haklarını görmezden gelmeye çabalıyordu.
       Bu arada silahlı kuvvetler dağda terörist avındaydı tabii.Teröristler de ovada eylem peşinde.
       Şimdi bunca çelişki içerisinde millet olarak biz bu açılım meselesini hangi platforma oturtacağız?Bu açılım meselesinin tüm aktörleri böylesine garip ve çelişik  davranışlar sergilemeye başlamışken  biz bu insanlara nasıl inanacağız?İnsan  bütün bu olup bitenleri göz önünde tuttuğunda acaba bu konunun altından ne çıkacak diye kendi kendine sormadan edemiyor doğrusu.Sanki bir şeylerin altı oyulmaya çalışılıyor gibi bir görüntü mevzu bahis.Bu görüntünün de en birincil nedeni şüphesiz konunun aktörlerinin gözlerinden fışkıran samimiyetsizlik.Cumhurbaşkanı "Türkiye'nin en önemli meselesidir bu"derken yüz ifadesiyle söylediği sözü eşleştiremiyorsunuz.
       Bütün bu çelişik ilişkiler yumağının içerisinde ülkenin temel unsuru ;halk ne diyor acaba?Halk kararlılığını her ortamda dile getiriyor.Bölünmenin hiç bir türlüsüne asla müsade etmem diyor.Ve bu söylediğinde de samimi olduğu her tavrından okunuyor.Bilmem bu işin aktörleri farkında mıdır ama farkında olsalar bence iyi olur...Halkın mesajı açık..".Adına isterseniz federasyon deyin,ister konfederasyon,isterseniz eyalet sistemi vs ;bölünme yolunda bir adım atacak olursanız ayağa kalkarım"diyor halk.O yüzden siyasilere hayati bir tavsiyede bulunmayı kendimize borç biliyoruz:Ne yaparsanız yapın halkı ayağa kaldırmayın.Eğer bu millet bir ayağa kalkacak olursa,seksen küsür yıl önce elinden bıraktığı silahı tekrar alacak olursa...

19 Ocak 2010 Salı

SON



Son ağaç kesildiğinde, 
Son nehir zehirlendiğinde, 
Son balık yakalandığında, 
Banknotlarınızın karın doyurmayacağını anlayacaksınız...

18 Ocak 2010 Pazartesi

Erkek Ve Tanrı

   Erkek,tanrıya sormuş:
   Kadınları neden bu kadar güzel yarattın?
   Tanrı:Siz aşık olasınız diye...
   Erkek:Ama bazen çok aptal oluyorlar...Neden?
   Tanrı:Size aşık olsunlar diye....

:):):)

16 Ocak 2010 Cumartesi

HAYATI ISKALAMA LÜKSÜN YOK SENİN !

   Nazım bir dünya şairidir şüphesiz...Ama düz yazı eserleri de vardır...Nazım'a göre en önemli konulardan biri yazdıklarının anlaşılmasıdır...Bu yüzden onun şiirleri çok yalın ve anlaşılırdır...Öte yandan bir o kadar da samimi ve içtendir...Ve tabi ki çarpıcı...Örnek mi?Güzel bir örnek vereyim....
    
HAYATI ISKALAMA LÜKSÜN YOK SENİN ! 

Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına
inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat

olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve
yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme
yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. 

Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya
hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı
neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile
karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin.
Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her
zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi
halin cezanda indirim sağlamaz. 


Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu
yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen
karşılığında mutlaka başka bir iddiayla
karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması
gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın,
güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın.
"Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur
aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine
engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik
yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak
için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için?
Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o
lüksü sonuna kadar yaşasın. 


Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak"
yaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,
yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu
hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir
eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken
de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin
sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif
verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında.
Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de
cabası.... 


Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun
asLolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip
de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın
sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter
ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda
duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o
zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler
değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini... 

NAZIM HİKMET

15 Ocak 2010 Cuma

İLGİNÇ BİR ARAŞTIRMA




Bir ignliiz üvnisertsiniede ypalıan arşaıtramya gröe, keleimleirn hrfalreiinn hnagi srıdaa yzalıdkılraı ömneli dğeliimş. Öenlmi oaln brinci ve snonucnu hrfain yrenide omlsaımyış. Ardakai hfraliren srısaı krıaışk osla da ouknyuorumş. Çnükü kleimlrei hraf hraf dğeil bir btüün oalark oykuorumuşz. Bıakn nsıal da düügzn oudkuunz, iignlç dieğl mi?



:):):):)

14 Ocak 2010 Perşembe

Öylesine Bir Öykü

"Öylesine Bir Öykü"
Öykümüz dört kişi hakkında: HERKES; BİRİSİ; HERHANGİ BİRİ ve HİÇ KİMSE. Yapılması gereken, "ÖNEMLİ BİR İŞ" vardı. Ve HERKES, BİRİSİ'nin bu işi yapacağından emindi. Gerçi işi HERHANGİ BİRİ de yapabilirdi ama, HİÇ KİMSE yapmadı. BİRİSİ buna çok kızdı. Çünkü iş, HERKES'in işiydi. HERKES, HERHANGİ BİRİ'nin yapabileceğini düşünüyordu.

Ama, HİÇ KİMSE, HERKES'in yapamayacağının farkında değildi. Sonunda HERHANGİ BİRİ'nin yapabileceği isi, HİÇ KİMSE yapmadığı için, HERKES, BİRİSİ'ni suçladı...

13 Ocak 2010 Çarşamba

:):):)

Bu paragrafın yalnızca ilk cümlesini okuyun.Bu cümleyi okumamanız gerekiyodu.Bunu da...Hâlâ okumaya devam ediyorsunuz.Size yalnızca ilk cümlesini okumanızı söylemiştim.Ama hâlâ okuyorsunuz.Sanırım paragrafın sonuna kadar okuyacaksınız.Meraktan olsa gerek.Ya bari bunu okumasaydınız.Paragrafın sonu geliyor hâlâ okuyorsunuz.İşte bitti...Size de birşey söylenmiyor



alıntıdır...

HİÇ BİRİMİZİ SEVDİĞİMİZ SEVMİYOR

   Modern dünya..
   Her şeyi bildiğini sanan tanrı insanlar...
   Sokaklar...Ah o türlü türlü rezilliklere şahitlik eden sokaklar...
   Ve ben...
    Zavallı,gariban,uykusuz ve biçare ben...
    Her an ve her saniye yabancılaştırılmışım her şeye...Bir ayrı eğreti duruyorum kalabalıklar arasında...
    Anlatamıyorum bir derdim var benim...Korkuyorum yardım istemeye...İçimde hiç anlamlandıramadığım bir yaradan boşalan kanlar...Ruhum var olduğundan beri kan kaybediyor ve beynim sızıntı yapıyor...
   Hüzünlü olmak istemiyorum artık...Yeter diyorum çok acı çektim...Ama tam o esnada bir şey oluyor...Bir hayal görmeye başlıyorum...Ve o hayale dalıyorum...
    Önce resimler ulaşıyor gözlerimden içeriye....Beynim kurgulamakta zorlanıyor...Resimlerin altında bir not:Hayatın ötesinden kareler....Gözlerimi kaçırmaya çalışıyorum kendimden...Ama bunu becermek
na-mümkin..
     Ben gördüğüm manzaraları düşünürken hayal sürüyor..Hiç bir şey anlamıyorum ve hayalden ansızın uyanıyorum...
      Bu dünyada yanlış bir şeyler var diyor bir ses sessizce...İçim kararıyor...Direniyorum yine de ...Toparlanmaya çalışıyorum...Sonra vazgeçiyorum...Dağılıyorum...
      Her bir parçam savruluyor rüzgarda...İçimi çekiyorum...Serzeniyorum...
      Neyim ben?Kimim?Burada ne yapıyorum?Hiç bir şey bilmiyorum...
      Neyi biliyorum diye soruyorum kendime...Aklım bulanıyor...Verecek cevap bulamıyorum...
      Sonra yine amansız ,apansız acılar...Boğuluyorum...
      Ve çalan bir zil duyuyorum..Benim için çaldığını anlayınca kapıyı açıp açmakta tereddüt ediyorum...Yarı kararsız bir halde kapıya doğru yöneliyorum..
      Açamadan önce kapının dürbününe doğru salınıyorum ...Aman tanrım...Çok eski bir arkadaşım kapıda...Üstelik yanında ekürisini de getirmiş..Şaşırıyorum...Şimdi sizi nerede misafir edeceğim şeklinde iç geçiriyorum...Zaten doluyum yeterince...Bu arada zil yine çalıyor ve arkadaşımın sesini işitiyorum:"Açar mısın canım kapıyı...Orada olduğunu biliyoruz..."
       Bir saniye diyorum...Hemen ..Az sonra...
       Onlardan kaçış olmadığını biliyorum...Ama yinede bir çıkış arıyorum onlardan kurtulmak için...Elimi kapının koluna götürüyorum ,biliyorum açmak zorundayım...Sonra zihnimde bir düşünce beliriyor...Seni hatırlıyorum...Sen...
        Gitmeseydin onlar gelmeyecekti...Bu dramatik sahneler benden uzaklaşacaktı...
         Kapıyı açıyorum...Bana gülümseyen eski dostlarımı içeriye alıyorum...
         Ve boynuma sarılıyor yalnızlık gülümseyerek...Ve soğuk selam veriyor...
         Biliyor musun yalnızlığım beni çok seviyor....
         Yalnızlık beni seviyor..Bende seni...Sense başkasını...O başkası da başkasını seviyor...
          Hiç birimizi sevdiğimiz sevmiyor...

12 Ocak 2010 Salı

BEN ŞU AN NEDEN BU KADAR MUTLUYUM ACABA???

 Bu gün çok mutluyum..Nedendir bilmiyorum ama çok mutluyum.Sanki hayatımda hiç bir şey yok yolunda gitmeyen.
   Sanki bu gün bütün dünyada bir tek bile mutsuz insan yok.
   Öyle bir hal-i ruhiyyat içersindeyim ki...Sanki benim için her şeyi başarmak mümkin bu gün.
   Allahım diyorum..Her gün böyle olsa.Ben her an kendime böyle güvensem..Yaşamaktan aldığım hazzı hep bu gün kü gibi duysam..Ama bu ruh halinin çokta uzun sürmeyeceğini düşününce mutsuz oluvereceğim geliyor...O yüzden bir sürede olsa bu anın lezzetini yaşamak adına bu düşünceden uzaklaşmak istiyorum...Ama nafile..Başaramıyorum...
    Bu gün hiç bir şey yok diğer günlerden farklı olarak...Ama neden bu duygu..Kabıma sığamadığımı hissettiren nedir acaba...
    Üstelik az önce bir sınavdan çıktım ve hiçte iç açıcı geçmedi...
    Ama sınavda bir şey oldu...Sınıfın en çalışkan ve her şeyi bilen en zeki öğrencisiyle  tevafuk eseri önlü arkalı oturmuşuz...Ki ben onun önümde ki sırada oturduğundan bile habersiz kağıtta ki sorulara gömülmüş vaziyetteydim...Dış dünyadan tamamen kopmuş onbeş puanlık bir soruya doğru bir atış yapma kurgusunun çabasındaydım...Sınav zatende topu topu beş soruydu...O önümde oturan zeka küpü şahsiyet sınavın ortasında bir yerde bana döndü ve beşinci sorunun cevabını bilip bilmediğimi sordu...Hönk...Nasıl yani oldum bir an...Sen bölüm birincisisin, bilmiyorsun ve bana soruyorsun...Ama bir yandan da nasıl onore oldum,nasıl...En çalışkan bir soruyu bilememişte bana soruyor...Ah ulan dedim...Şimdi bu sorunun cevabını bilmek vardı...Sana en ince detayına kadar anlatmak vardı...Vallahi kopye vermekten yakalanıp uzaklaştırma almayı bile göze alabilirdim bunun için...Ama maalesef..Olabildiğince ezik ve bende tam sana soracaktım şeklinde bir yüz ifadesiyle "bilmiyorum" dedim...Bu bilmiyorum kelimesi hayatımda kullandığım en ezik bilmiyorumlardan bir tanesi olarak kişisel tarihime bir utanç nüshası olarak geçti...
    Şimdi bu mutluluğumun altında yatan neden bu olay olabilir mi?Kesinlikle hayır...
    Öyleyse neden mutluyum ben şimdi bu kadar?Acaba çok süper bir şey olacakta hayatımda da onu mu hissediyorum?Geleceği hissederek mutlu olmakta pek mantıklı değil ama..Sonuçta cepten yiyor gibisin...Yarın ve daha sonra seni mutlu edecek bir şeyi erken bir zamanda hissedip mutlu olmak...Güzel bir şey gibi duruyor ama sonuçta o gün o şey olduktan sonra ki mutluluğumdan çalıyor gibiyim şu an....
     Aman...Sanırım daha fazla sorgulamasam iyi olacak...Yoksa şimdi depresyona dönüştüreceğim valaahi o mutluluğu?En iyisi bu mutlu halle ben gidip sabaha kadar yarın ki final sınavıma çalışayım...Belki yarın ki sınav iyi geçerde daha mutlu olurum böylelikle...
    Ama yine de kafamda bir soru?Ben şu an neden bu kadar mutluyum acaba...

11 Ocak 2010 Pazartesi

KORKUNUN ANALİTİĞİNE KISA BİR GİRİŞ


   Korku üzerine bir araştırma yapıyorum bu günlerde.Araştırmanın yakın bir zamanda sonuçlanacağını umuyorum.Sonuçları da bir makale olarak burada yayınlamayı düşünüyorum.
   Araştırma henüz tam anlamıyla bitmiş değil fakat ben sabırsızlanıyorum yazma konusunda.Bir an önce bitirmek ve yazmak istiyorum ve şu an sabırsızlığım artık katlanılmaz boyutlara ulaşmış durumda.Açlığımı bir parça  gidermek için konuyla alakalı kısa bir başlangıç yapmak istiyorum.
    Uzun zamandır düşünüyorum korku konusu üzerinde.Sanki dünyanın bütün sistemlerinin temeli bir noktada korkuya dayanıyor gibi geliyor bana.Ayrıca korkuyu artırmak için icat edilen bir sürü araç var sanki.Ama bu araçlara farklı farklı amaçlar yüklenmiş.Mesela adına hukuk denmiş.Aslında başka bir perspektif den bakılınca hukuk kavramının çok farklı bir boyutu ile karşılaşıyorsunuz.Sonra bu kavramla ilintili olan bir çok kavramda (iktidar,hükumet,yasama,yürütme ,yargı,silahlı kuvvetler,kanunlar,tüzükler,cezalar vs.) sanki aynı boyuta bağlanıyor.Sanki istenen bir sonucun (ya da düzenin,ortamın,şartların vs) ortaya çıkması ve bu sonucun(düzenin,ortamın,şartların vs) istikrarı için kullanılan tek araç korku ve bütün sistem korkuyu kontrol etme üzerine kurulmuş gibi.
      Şimdi olayı siyasal sistem  ekseninden biraz uzaklaştırıp korku ile ilgili temel kavramlara yönelelim.
      Hiç şüphesiz korkunun farklı farklı boyutları vardır.Bunlardan en önemlisi biyolojik olandır.Korku esnasında insan vücudunda belirgin reaksiyonel değişimler meydana gelir.Ve bu değişim beyin tarafından salgılanan hormonlarla başlar.Korku durumunda adrenalin salgılanması artar.Adrenalinin salgılandığı yer böbrek üstü bezleridir ve bu olay tamamen beynin kontrolünde gerçekleşir.Bu hormonun başlıca görevi organizmayı acil harekete hazırlamaktır.Adrenalin salgılaması sırasında damarlar genişler,kan basıncı ve kalp atış hızı artar,göz bebekleri büyür ve kan şekeri yükselir.Adrenalin salgısının ardından beyin sakinleşmeyi sağlamak amacıyla noradrenalin denilen sıvıyı salgılar.Tabi bu salgılar korkuyla birlikte öfke ve heyecan anlarında da kendilerini gösterirler.Ayrıca şunu da eklemekte yarar var.Yukarıda bahsettiğimiz bir duyuyu ifade eden ve insanlar için tehlike karşısında acil harekete geçmelerini sağlayan normal korkudur.Normal olmayan korku bozuklukları da vardır ki bunlar bir tür ruhsal hastalıklar sınıfındadır.
         Şimdi yine bir eksen kayması yapalım ve korku kavramını biyolojik daireden çıkaralım.
         Korku insanın kendisinin dışında kimlerin işine yarar?Mesela bir insanın üzerine silah doğrultma eylemini düşünelim.Bir insanın üzerine silah doğrultmanın amacı nedir?O insanı öldürmek ya da yaralamak mı?Elbette ki bunlar olamaz.Çünkü bunlar tetiği çekmenin amacıdır.Silah doğrultmakla muhataba bir mesaj iletilmeye çalışılıyor olabilir mi?"Eğer rahat durmazsan seni dilediğim an öldürebilirim ya da yaralayabilirim."gibi bir mesaj.Böyle bir mesaj karşısında muhatabın önünde iki seçenek olacaktır.Ya rahat durarak karşısındakine itaat edecektir ya da bir tepki verecektir.Tepki vermesi halinde yaralanma ve ölme riskiyle yüzleşecektir.İtaat etmesi durumunda ise bu riski göze alamadığını karşısında kine ifade edecek ve silahı üzerinden çekmemesi kaydıyla isteklerini karşılamaya hazır olduğunu belirtecektir.Ayrıca silahı doğrultan kişinin en büyük kozu da budur.Silah doğrultmakla tetiği çekmek çok farklı şeylerdir ve silah doğrultmalarının geneli blöftür.Ama yine de işin ucunda yaşam olduğu için bu blöf genellikle yenilir.Bu örnekte ana tema şudur:Üzerine silah doğrultulmuş bir insanın içine düştüğü derin acziyetin tek nedeni silahın o kişi üzerinde, yol açacağı tesirlere karşı duyduğu KORKUDUR ve silahı tutan eli güçlü yapansa bu KORKU'nun farkında olmasıdır.
         Şimdi bu örnektende uzaklaşalım ve başka bir örnekle konunun boyutunu genişletelim.
          Köpek korkusu hemen hemen tüm toplumların tanıdığı bir korku türüdür.Bir köpekle bir insan karşılaştığında aralarında korku açısından ne tür bir ilişki gerçekleşir?Eğer bu karşılaşma da insan köpekten korkarsa köpekte ondan korkacaktır.Şöyle ki;bildiğimiz gibi köpekler koku alma yeteneği oldukça gelişmiş canlılardır.Korku durumunda insan vücudunda adrenalin yayılmaya başladığını yukarıda belirtmiştik.Salgılanan adrenalinle birlikte insan vücudu bir koku yaymaya başlar.Bu adrenalinin kokusudur.Köpekler bu kokuyu hissedecek yetenektedirler.Fakat köpekler adrenalin ile adrenalinin hemen ardından salgılanan noradrenalini birbirinden ayıramazlar.Köpek için adrenalin kokusu, karşısında duran varlığın korktuğunun ve her an saldırıya geçebileceğinin bir sinyalidir.Bu durumda köpek algıladığı tehlikeyi bir an önce bertaraf etmek için saldıracaktır.Burada köpeğin saldırmasının altında yatan temel neden karşısında ki insanın saldırmasından duyduğu korkudur.Korku köpeği saldırgan yapmıştır.Köpeğin karşısında ki insanın ise iki seçeneği vardır.Ya tehlikeden uzaklaşmayı deneyecektir ya da bir şekilde saldırıya karşı saldırı ile karşılık verecektir.Bu örnekte korku her iki tarafında davranış biçimini saldırganlık biçiminde belirlemiştir.
         Örneklerden de anlaşıldığı üzere korku doğası itibariyle suistimal edilmeye yani bir tahakküm aracı olarak kullanılmaya oldukça müsait bir konu ve bu durum zaten küresel düzeyde her tür yaşamın içine sinmiş durumda.
         Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
        Devlet vatandaşını korkutarak devletliğini korur.
        Bireyler kendilerinden korkan başka bireyler üzerinde tahakküm kurar.
        Korku belli bir noktadan sonra saldırganlaştırır.
        Korku bir yandan bizi tehlikeler karşısında harekete geçiren bir olguyken aynı zamanda isteklerimizi gerçekleştirmemizin önünde bir engeldir.
        

10 Ocak 2010 Pazar

TEŞEKKÜRLER BEYNİM,İYİ Kİ VARSIN

 "Aşığım işte sana ulan;ne var bunda şaşılacak" diye haykırmak geldi içimden o an.

Hayatım boyunca hiç çıkmadığım nezaket dairesinden çıkmak istediğim cümleler kuruluyordu karşımda.Ama söz konusu olan bana ait bir aşktı,sıktım dişimi ,dinledim...

"Çok şaşırdım"  diye başladı cümlelerine karşımda ki hanım hanımcık, uzun ,düz ve siyah saçlı, meleğimsi, beyaz varlık.."Hiç beklemiyordum böyle bir şeyi" oldu sonra ki cümlesi ve bu cümle o an  içimde başlayan kristalimsi patlamaların nedeniydi..."Şey" bir zamirdi o cümlenin içerisinde ve bana ait çok değerli bir şeyin yerine kullanılmıştı.

Daha acı verici cümleler gelemez her halde bundan sonra bu konuşmanın içerisine diye düşünürken ben ;üçüncü cümle bir şamar gibi patlıyordu yüzümde.Sahi diyordu "nerden icap etti durduk yerde böyle bir şey?"Ve ses kesildi.Bir soru soru sorulmuştu ve cevabı bekleniyordu benden  ama bende bu soruya verilebilecek hiç bir cevap yoktu...Üstelik konuşmaya yetecek takatte kalmamış gibiydi."Sahi;nerden icap etti böyle bir şey" ve soru işareti...

Kısa bir bekleme durumu yaşandı o an..Kaç saniye sürdü çıkaramıyorum...Ben zannettim ki bana bir soru sordu ve cevap vermemi bekliyor.Oysa onun beklediği başkaymış.

Çantasına uzandı ,cep telefonunu çıkardı,mesajlar bölümüne girdi ve "sana sorduğum soruya cevap vermesen de olur " ,"senden duyacağım hiçbir şeyin benim için hiç bir önemi yok" mahiyetinde ve gülümseyen bir yüzle "sabırsızlıkla beklediğini" söylediği  mesajı okumaya başladı.

Sonra?Sonrası daha da acı...

Telefonunu kulağına doğru(aslında bir periyi andırışının birincil nedeni olan saçlarına doğru ;çünkü saçları kulaklarını kapatıyordu) götürürken yüzünde ki gülümseyen ifade bir parça daralmıştı.Sade sade ve olabildiğince ince bir ses tonuyla konuşmaya başladı.

_Meleğim...Şimdi aldım mesajını ..Birazdan söylediğin yerde olurum...
_...........
_Yok yok...Kesinlikle önemli bir işim yok..
_............................
_Yaaa gerçekten hiç bir işim yok.
_............................................
_Olur mu ?Sen benim için çok değerlisin?Böyle bir günde seni yalnız bırakamam?Ve zahmet falanda olmaz...
_..................................
_Gerçekten ayıp ediyorsun...Aramızda sözü bile olmaz...
_..............................
_Hı hı...Tabi ki söylerim...Başımız üstüne...Tamam Meleğim.Hemen kalkıyorum..BYE

Ve kapattı telefonu ,sonra bana döndü melek yüzü:"Kusura bakma ya...Gitmek zorundayım...Sonra devam ederiz tamam mı?"gibi bir şeyler söyleyip elini uzattı.Bilinçsiz bir şekilde uzanan elimi sıktı ve gitmek için kapıya doğru yöneldi..Bir kaç adım attıktan sonra geri döndü.

O geri dönüşün o an içimde yeşerttiği umutları kelimelere dökmem mümkün değil.

"Ya kusura bakma , söylemeyi unuttum...Üzerimde kalmasın ,az önce konuştuğum arkadaşımın sana selamı vardı."

Nasıl bir ses tonuyla "aleyküm selam" dediğimi bilmiyorum...

O döndü gitti ve ben dondum kaldım.

Beynim donmamıştı bir tek...O çalışmaya devam ediyordu..İyi ki de çalışıyormuş...

Dün beşinci yıl dönümümüz de  O'na alacağım hediyeyi bulmak için bütün bir şehrin altını üstüne getirmeyi ben hiç şüphesiz o gün o masada bütün bedenim ve en önemlisi ruhum donup kalmışken; düşünmeyi bırakmayan ve ruhuma  "bu şarkı burada bitemez" hormonları salgılayan beynime borçluyum...

Teşekkürler beynim...İyi ki varsın....

NOT:BU HİKAYEDE GEÇEN KİŞİ VE KURUMLAR TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR.:):)

Deniz

Deniz...


Babam denizleri çok sever...Bende çok seviyorum ve sanırım bu sevgide babamın büyük payı var.Bakıyorum hayatıma da babamla çok benzer yanlarımız var..Duygusallığımın da arka planını sanırım babam oluşturuyor...


Denize girip bir süre yüzdükten ve mevcut enerjiyi sarf ettikten sonra belki de en keyifli an sırt üstü uzanıp suya,ayaklarını batmamak için hafifçe ileri geri çırpıp dinlenmek...Ve bu esnada güneşin cömert ışınlarını gözlemek...Güzel bir duygu..Yaz mevsiminin en çekilir yanı sanırım bu...


Ve tabi o esnada yalnızsındır orada...Etrafında ki onlarca insan senden bihaber eğlenmektedir...Ve en güzel yalnızlıklardan biride budur belki...Bir sürü insan sesi arasında kendinle olmak...


Hayat denizinin ortasında da durum değişmiyor...


Yalnız doğduk...Yalnız yaşıyoruz...Ve yalnız öleceğiz...Gerçeklerimizle yalnız yüzleşeceğiz...Bedenizimizin içerisine başka ruhlar alamayacağımıza göre yalnızlık kaderimiz olsa gerek...




NOT:Bu kısa yazıyı değerli blog arkadaşım Susumaru'ya ait bir yazıyı okuduktan sonra o yazıya yorum olarak yazmıştım.Fakat yazıdan hoşlandım ve blogumda yayımlamaya karar verdim..

Eğer

Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü 

ve bunun sebebini senden bildikleri zaman 

sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen; 



Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir 
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen; 


Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan 
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen, 
ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan, 
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen; 


Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan, 


Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen, 


Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır 
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen; 


Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından 
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen, 
ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür 
ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen; 


Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir 
ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen; 
ve kaybedip yeniden başlayabilir 
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen; 


Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile 
işine yaramaya zorlayabilirsen 
ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden 
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen; 


Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen, 
ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen; 


Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse; 


Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen; 


Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı, 
altmış saniyede koşarak doldurabilirsen; 


Yeryüzü ve üstündekiler senindir 


Ve dahası 


sen bir İNSAN olursun oğlum...



                                                     Rudyard Kippling

9 Ocak 2010 Cumartesi

AH BENİM GÜZEL ODAM

Odam odam...Benim şirin,narin, güzel odam.Şu dünyanın binlerce sıkıntısından kaçıp içine sığındığım küçük dünyam.

Özellerim sende gizli.Kimselerin göremeyeceği hallerime şahitlik ettin.Sırlarımla dolusun adeta.Duvarların, anılarımın gölgeliği.

Farkında değildim arada bir kendimle konuşurken varlığının.Sesimi kimse duymuyor sanıyordum.Oysa sen yanıbaşımdaydın ve her şeyimi gözlüyordun.Bunu anlayabilmem için çokça düşünmem gerekti ama hepsine değdi nihayetinde.Şimdi sana borçlu olduğumu biliyorum.

Nelere şahit olmadın ki sen şu kısa yolculuğumuzda.Taşkınlıklarımın sana saygısızlık olabileceğini düşünmediğim için lütfen beni bağışla.Dedim ya varlığından habersizdim.Biz insanları bilirsin.Elimizdekileri ancak yere düşürdüğümüzde farkederiz.

Hele bazı zamanlar vardı hayatımda.Her şeyin ters yüz olduğu çileli anların zamanları.Üstüste sigara yakardım.Tavanın bu yüzden sarardı biliyorum.Sonra o dönemler seni permeperişan bırakıp gidişlerimi hatırlıyorum.Darmadağın...Utanıyorum şimdi yüzüne bakmaya.Ama bana kızmadığını görüyor, rahatlıyorum.Biliyorum senin bana olan kayıtsız ve şartsız sevgini.Senin gibilerin hayatımda ne kadar az olduğunu da biliyorum.

Ama şunu bil ki ;her ne kadar varlığının farkına yeni varmış olsamda ben de seni çok sevdim.Senden hiç sıkılmadım.Seni değiştirmek aklımın ucundan bile geçmedi .Varlığından hep saadet duydum.İçindeyken bana hep huzur verdin.Huzurum oldun ve sen bunu hayatımda en çok hakedenlerden biriydin ;belki de birincisiydin.

En kötü gelişlerimde bile senin kapın bana hiç kapalı olmadı.Şu koca dünya da hiç kimsesiz olduğumu düşünerek açtığımda kapını ,sen bana bağrını açtın ve şefkatinle beni kucakladın.Pencerenden içeriye aldığın gün ışınlarıyla umudumu hep ayakta tuttun.Arkamda durdun hep ve bundan rahatsızlık duymadın.

Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır diyorlar ya ben  artık buna inanmıyorum biliyormusun.Her başarısız erkeğin arkasında bir kadın vardır ama her başarısız erkeğe allah senin gibi bir oda nasip etsin.

Yine Sana Dair

Sende; ben, kutba giden bir geminin sergüzeştini, 
Sende; ben, kumarbaz macerasını keşişlerin, 

Sende uzaklığı, 

Sende; ben, imkansızlığı seviyorum. 



Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine
Ve kan ter içinde, aç ve öfkeli,
Ve bir avcı iştahıyla etini dişlemek senin.

Sende, ben, imkansızlığı seviyorum, 
Fakat asla ümitsizliği değil..



nazım hikmet ran

8 Ocak 2010 Cuma

İNSAN VE MAKİNA ARASINDA Kİ FARK ÜZERİNE

Hayat adildir.Herkese aynı şeyleri vermemiştir ama her kese insan olma sıfatını bahşetmiştir.

İnsan olmak başlı başına bir şeydir.Ortaçağ Avrupasın'da feodal buyruklar altında inim inim inleyen ve bir meta ile aynı öneme sahip olan  bir köle de insan olmanın onurunu taşıyordu.

İnsan heryerde insandı.Duyguları vardı ,düşünceleri vardı,acıları vardı,sevinçleri ve umutları vardı.Ve bu hususiyetlere sahip olmanın insan olmaktan başka bir koşulu yoktu.

İnsan insandı.Bir makina değildi.Ama makinalaştırılmak için çok uğraşıldı.Önce büyük baskılar altında tutuldu.Sonra emeğin bizzat kendisi oldu.Bir meta gibi pazarlarda alınıp satıldı.Sadece yaşamak pahasına en ağır işler sırtına yüklendi.Kusursuz çalışsın diye yüzlerce yıldır kurallar konulmaktaydı ve bu kurallar günümüze kadar evrile evrile geldi.Ama ne yapıldıysa insan makinalaştırılamadı.Büyüyen pazarların büyüyen taleplerine cevap verecek üretim için yeterli bir emek olamadı insan.Ve insanları makinalaştıramayan insan mecburen makinaları yaratmak zorunda kaldı.

O insanların gözünde makina ile insan arasında tek fark vardır.Makina ölü emektir ,insan canlı emektir.Ve emeğin en güzeli de ölü olanıdır. Çünkü emekten beklenen şey istenileni kusursuz bir şekilde yapmasıdır ve bu beklentiyi insan değil makinalar en iyi şekilde karşılamıştır.Çünkü insan insandır.Makina değildir.Duyguları ,düşünceleri,tutkuları ,hırsları vardır.Ve bu sayede beklenmedik ya da istenmedik tepkiler verebilir.Doğrusu ,mesele insanın tepkiler verebiliyor olmasıdır.Oysa makinalar tepki veremez.Grev yapamaz örneğin,istifa edemez,ücretlerine zam talep edemez.Neye göre programlanmışsa onu gerçekleştirir.Bu noktada makinalaşma emeğin üzerinde kontrolün artırılması mekanizmasıdır.Ve bu kontrol insan üzerinde sağlanamayan kontroldür.



AŞK



Aşk nedir?
Aşk altı yokluğun biraraya gelmesiyle varolur:
Kural yok..
Mantık yok...
Sınır yok...
İmkansızlık yok...
Ayrılık yok...
Ve ölüm yok...

şeytan

Şeytan bana dedi ki:
"Seni dünyalar kadar seviyorum ama dünya beş para etmez..."

KOŞ,YOKSA DÜŞERSİN...


Harekete geçmelisin...Hiç durmamalısın...
Hani bir söz vardır:"Koş;yoksa düşersin" diye...Doğru gerçekten...
Durduğun zaman önce yorgunluğunu hissedersin...Sonra uykun gelir..Sonra uyumaya alışırsın...Ve ardından hiç bir şeye doğru dürüst zaman ayıramamaya başlarsın...Kafan hep karışık olur...Her şeyi düşünürsün...İçinde bulunduğun
durumunda farkındasındır ve bu farkındalık içini kemirir...Sinirli bir ruh haletine bürünürsün...Sürekli sinir beyni küçültür...Hafızan zayıflar ve "dilimin ucunda ama çıkmıyor"lu unutkanlık cümleleri kurmaya başlarsın...Bir süre sonra bu duruma alışırsın ve tembel bir insan olursun...Ve öyle yaşamaya devam edersen tembellik karakterin olur...
O yüzden şimdi yerinden kalk ...Ve yapman gerekenleri yap...Bitirinceye kadar durma...Yeter ki durma... Yoksa düşersin...

SIKILMIYORUM HER GÜN BİLGİSAYARI AÇMAKTAN...

Dikkat ediyorum da eve girince ilk yaptığım iş odama gitmek.Odama girince ilk yaptığım iş bilgisayarımı açmak.Bilgisayarı açtıktan sonra ilk yaptığım iş Winamp'ı çalıştırmak.Winamp'ı çalıştırdıktan sonra ilk yaptığım iş bir şarkı açmak.Sonra hemen bir sigara yakmak.Bundan sonra yaptığım iş biraz zahmetli:Sigaranın son nefesi ile şarkının son saniyesini denk getirmek...İşin ilginç yanı bu zincirleme işi ben yıllardır yapıyorum.Ve dahada ilginci bu durum beni hiç rahatsız etmiyor.
Hiç sıkılmıyorum mesela.Her gün bunu yapmaya devam ediyorum.Üstelik her gün bunu yapacağımı da biliyorum.Mesela yarın ,ertesi gün yani evden çıkıp eve döndüğüm her gün...Ama sıkılmıyorum..

Şu Ana Münhasır Duygular

Her gün bir önce ki günden daha iyi olmak gerek diyor bir yazar...
Bu cümle zihnimde geniş yankı buluyor.Her gün bir önceki günden daha iyi nasıl olunabilir? Belki kısa bir süre için bunu başarmak mümkün...Ama bunu yıllara yaymak bence zor mesele...
Aslında bu gün burada politikayla ilgili bir şeyler konuşacaktım kendimle...Mesela Demokratik Açılım,Askeri Kozmik Odalar,ABD'nin Ortadoğu politikaları ya da dünden bir gün önce Afganistan'da CIA operasyonlarının beyin takımı olan yedi CIA ajanını öldüren Ürdünlü El Balawi...Ama tabi bilgisayar başına oturunca haleti ruhiyemin hiç politika konuşacak durumda olmadığını anlayıp işi duygularıma bıraktım..Sanırım duygusal olmak böyle bir şey...Yaşam sahasını duyguların yönetimine bırakmak ve hissiyatlarla hareket etmek...Aklı sevmemek...Akılla hareket etmenin bünyeye zor gelmesi...Örneğin şu an aklınız yetişmeniz gereken dersinizi size dikte ederken kalbiniz sahile inip şu güzelim kış güneşinin tadını çıkarmanızı talep ederse yani siz beyniniz ve kalbiniz arasında kalırsanız sanırım beyninizin söylediğini yapmak işkence gibi gelir...Tıpkı şu an benim içine düştüğüm durum gibi...Kalbim burada kal ve yaz diyorken beynim hayır kalk yapman gereken işleri yap diyor...Sanırım şimdilik beynimin sözlerini dinlemek akşama duygularımı dinlemeye daha çok fırsat bulabilmek için gerekli...O yüzden akşama belkide çok farklı konulardan bahis açacak ruh halinde olurum belki...bu da daha keyifli olabilir...

7 Ocak 2010 Perşembe

BİR YAŞAMAKTIR YAZMAK

Yazmayı çok seviyorum.Bunun nedeni üzerine çok düşünmüşümdür.
Acaba yazmakla acı çekmek arasında bir ilişki var mıdır?Aslına bakarsanız bu sorunun yanıtının
"evet"olduğunu düşünüyorum çünkü acılarım artmaya başladıkça yazma dürtüm de kuvvetleniyor.Sanki kelimeler sayfaya döküldükçe rehabilite oluyorum ve kendime geliyorum.Hayatımın değiştiğini falan idda etmiyorum ama en azından yazmanın zihinsel olarak bir rahatlama sağladığından eminim.Yani çok zor bir anınızda yanınızda sizi dinleyen bir dostunuz gibi oluyor kağıt ve kalem.Ama sizi hiç bir şey söylemeden sadece dinliyorlar.Mesela yargılamıyorlar sizi.Anlattıklarınıza müdahale etmiyorlar."Öyle yapmasaydın keşke"bile demiyorlar.Sadece dinliyorlar ve siz yazarak özgürce içinizdekileri kağıda aktarıyorsunuz ,yani kağıtla dertleşiyorsunuz.Sonra her acı çektiğinizde soluğu kağıdın başında alıyorsunuz.Hele benim gibi sürekli sancılarla yaşayan biriyseniz fırsat buldukça her yere ve her şeye yazmaya başlıyorsunuz.
Peki ya mutluluk...Mutlulukta insana yazdırır mı acaba?Ya da mutlu insanlar -ama gerçekten mutlu-çok fazla yazarlar mı ?Ya da mesela ben çok acı çektiğim için yazdığımı düşünüyorum ve yazmayı en çokta beni rahatlattığı için tercih ediyorum.Sonuçta mutlu insanların rahatlamaya ihtiyacı yoktur çünkü onlar zaten rahattırlar.O zaman yazmak onlar için nasıl bir anlam ifade eder?
Aslında burada sorulması gereken öncelikli soru bence şu:Sürekli mutluluk var mı?Hiç mutsuz olmadan yaşayabilen insanlar var mı?Eğer böyle insanlar varsa bu insanlar arasında yazanlar var mı?Sürekli mutlu olan ve yazan insanlara bu soruyu yöneltebiliriz sanırım...Tabi şunu da belirteyim hemen..Kesinlikle sürekli mutluluğun veya hiç mutsuz olmadan yaşayabilen insanların olduğuna inanmıyorum...Mutluluk anlıktır ve sürekli devam etmez.Zaten sürekli devam etseydi de mutluluk insanları mutlu etmezdi ya da adı başka bir şey olurdu onun.
Aslında bazen yazmak eyleminin hüznüme hüzün kattığını da farkediyorum.Yani yazmak öyle her zaman zihnimi boşaltıp rehabilitasyon görevi görmüyor;tam aksine bazen zihinsel olarak sıkıştırıyor da...Ama burada farklı bir durum oluyor..Yani yazmaktan duyduğunuz sıkıntının içinde bile bir tatlılık oluyor.Hüzünlü bir şekilde oturduğunuz masada bazen hüznünüz artsa da orada hüznünüzü artıran şey sizi depresif etmekten ziyade uyarıcı oluyor.Ben aslında yazarken hüznümün artmasından hoşlanıyorum.Sanırım o yüzden de yazmayı çok seviyorum ve ondan bir türlü vazgeçemiyorum.
Tabi bir de meselenin bambaşka bir boyutu var.Yazdıklarınızı üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra okumak..Hele de yıllar önce yazdığınızı o an ,içinde yaşamış olduğunuz anla birlikte tamamen unuttuktan çok zaman sonra okuyorsanız ve zihninizde geriye doğru şimşek hızıyla bir yolculuğa çıkıp o satırları kaleme aldığınız anda ki atmosfere şok bir şekilde giriveriyorsanız...İşte bu bambaşka bir duygu.O zaman yazdıklarınız sizinle geçmişiniz arasında bir köprü görevi üstlenmeye başlıyor.Siz anılarınızı unutuyorsunuz ama kağıt unutmuyor üstelik çok zaman sonra elinize alıp okuduğunuzda yaşadıklarınızı size yalnız hatırlatmakla kalmıyor ,yeniden yaşatıyor...Sanırım yazmak eyleminin büyülü yönlerinden biri de budur.Geçmişi sadece hatırlatmaz ,yaşatır.
Yazmak konusu böyle...Aslında yazmakla ilgili yazılacak çok şey var daha ama maalesef şimdilik zaman buna müsait değil...Müsait oldukça yazarız elbette...

6 Ocak 2010 Çarşamba

ilk blog girdisi

neden blogger'a katıldığımı bilmiyorum.blogger'dan ne beklediğimi de...Ama üye olmak ve yazmak istedim.ZAten yıllardır yazıyorum.Her yere ve her şeye...Yazmak sanırım özel bir eylem benim için ve ben yazmanın her türlüsünü denemek isteğindeyim.
İlk blog bu hayatımda yazdığım.Yine de ilk olmasından duyduğum küçükte olsa bir heyecan var.İlk olmasından neden bahsettiğimi de bilmiyorum.İlklerin neden önemli olduğunu da anlayabilmiş değilim zaten.Hayatımda sayamayacağım kadar ilk var.Her farklı şey bir ilk.Ve bütün ilklerim şimdi sıradan.Sadece ilk olduklarında farklı;o kadar.En iyisi ben bu ilkler konusunu ileride geniş bir şekilde yazmak kaydıyla şimdilik noktalayayım çünkü bu başlı başına bir tartışma konusu.
Bu gün katıldım buraya.Nedeni şu an için belirsiz benim için.Kim bilir,belki ileride anlarım nedenini.Hem anlamak gibi bir zorunluluğum da yok zaten.Niye anlamak zorunda olayım ki...Neyi anladım ki şimdiye kadar...Hiç bir şeyi...Bu da o hiç bir şeylerden biri olsun ,ne ziyanı var?
Böyle söylüyorum da;aslında içim hiçte öyle demiyor.İçim anlamamanın acılarıyla dolu.En çokta yaşadığım hayattan bir şey anlamadım ,ona yanıyorum.Sanki şimdi gelmiş gibiyim dünyaya...Yirmi dokuz koca sene geçip gitti.Hiç bir şeyim yok elimde avucumda.Hayat gözlerimin önünde süratle akıp gidiyor ve ben öylece olduğum yerde duruyorum.Bir Şeylerin değişmesini bekliyorum sanki.Ama hiç bir şey değişmedi şimdiye kadar ve ben bunu biliyorum.On yıl önce de ben böyle mutsuzdum ve mutluymuş rolü oynuyordum.Bu günde aynı roldeyim.Çok mutsuzum ama tek çabam bunu dışarıya belli etmemek yönünde.Oysa hayatta en güzel şeyin mutlu olmak olduğunu biliyorum.Neden mutlu değilim?Bu en çok sorduğum sorulardan biridir kendime.Mesela çok param olsaydı mutlu olur muydum?Yada Angelina Julie(bana göre dünyanın en güzel kadınıdır)bana aşık olsaydı bu beni mutlu eder miydi?Dünyanın bütün insanları toplanıp aşırı görkemli bir törenle beni kendilerine kral ilan etselerdi...O zaman mutlu olur muydum?Hayır.Kesinlikle hiç biri benim istediğim şeyler değil.Sanırım sorunda burada..Hiç bir şey istemiyorum.Hiç bir beklentim yok.Beklentisizlik bir mutsuzluk kaynağı mıdır?Galiba öyledir.Mutlu olmak için önce istemek zorundasın...Sonra istediğine ulaşıp mutlu olacaksın.Ve her ulaşılmış istek bir sonra ki isteği doğurmalı ya da istekler hiç bitmemeli ki elde ettikçe yenilerini elde edip mutlu olmayı sürdürebilesin.Sürdürülebilir mutluluk için sürekli istemek ;ama elde etmek kaydıyla...Elde edemediğinde de üzülürsün ve bu seni mutsuz kılar.Bu yüzden de ulaşılabilir şeyler isteyeceksin ya da istediğin şeyde inat etmeyeceksin...Biraz pragmatizm de mutlu olmaya yardımcı olabilir...İstediğin olmuyorsa ve bu seni bir üzüntüye doğru götürme sinyalleri veriyorsa ya çok geçmeden elde etmek için gereken neyse yap ya da kolaya kaç;alternatif (daha ulaşılabilir)bir istek yarat kendine...Ama muhakkak ulaş istediğin şeye ki mutlu ol..Ve sürekli mutlu olmak için sürekli iste...Hiç doyma..Doyduğun anda mutsuzluk kapındadır...
Tabi bu söylediklerim erkekler için gerekli..Kadınlar için değil...Kadınlar en fazla bir çocukları olana kadar mutsuzdurlar..Çocukları olur olmaz annelik duygusu gezinmeye başlar kanlarında ki bu duygu onları her halukarda mutlu yapar.Çocukları için her şeye katlanabilirler ve bu uğurda hiç bir katlandıkları şey onlara acı vermez.Anneler çocukları için her şeyi yapar ve her şeyi yapma gücü onları her türlü acıya karşı korur.Tek ki çocuklarını kaybetmesinler..Kaybederlerse de iş değişir.O zamanda hiç bir şey onları mutlu kılamaz...
öffffff....İçimi sıktı bu mutsuzluk konusuda gece gece...
Neyse sanırım ilk blog girdisi için bu kadar yeter...Sonra devam ederiz nasılsa...