Ve Allah (C.C) buyurdu ki:

İMAN EDEREK SALİH AMEL İŞLEYENLERİN HATALARINI AND OLSUN Kİ ÖRTERİZ VE ONLARI YAPTIKLARI AMELLERDEN DAHA GÜZELİ İLE MÜKAFATLANDIRIRIZ. (Ankebut, 7)

GÜNÜN SÖZÜ

İNSANLARA MERHAMET ETMEYENE ALLAH (C.C)MERHAMET ETMEZ...
Hadis-i Şerif

DUR!BURADAN ÖTEDE RİSK VAR!!!

HOŞGELDİN...AMA BURADAN SONRASI SENİN İÇİN HOŞ OLMAYABİLİR...DİKKATLİ OL...
Ben bir miktar suydum,
Yatağımı arıyordum,
Bulacaktım ama;
İzin vermediler,
Kim mi?
Herkes...

27 Aralık 2011 Salı

ÇEK GİT

    
  Kırmızısın sen.Düşlerimde gördüğüm türden hayra alamet olmayan..Kan kızılı kaderim olmayacaksın.Gülen yüzünün aldatıcılığını sen git aptallara kullan,bu rengin lanetini iyi bilenlerdenim.

    Kızıllığını gecelerime çökerterek gidecekte olsan ,çek git.Acılara alışmış yüreğime vız gelir.Adın anılmayacak,hayalin hatırlanmayacak ;emin ol.

    Seni düşlerime sığdıramayaşımı hep garipsemiştim zaten.Öyle sandığın gibi "ahım şahım" niteliklerin falan yoktu.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

GÜNEŞ...KİMİNE GÖRE HAYAT KİMİNE GÖRE YANIK...

   

      Bu insanları tanımadan ve onların yaşayışlarını henüz görmeden önce ki hayatım oldukça keyifliydi.Bu insanları bir kez tanıdıktan ve yaşayışlarına şahit olduktan sonra içimde bazı şeyler  değişti.Dünyanın artık düzelemeyecek kadar boka batmış bir yer olduğunu gördüm ve üzüntülerim arttı.Ben de yıllarca dünyanın o ,boka batmış kısmında ,bu gerçeğin farkında olmadan yaşadım. Kim bilir farkında olmadığım daha nice gerçekler var. Aslında insan olmak biraz da "farkında olmadan yaşamak" mıdır?

                                                                        ***

       Başımı ,rüzgardan iki elimle güçlükle tuttuğum gazeteden kaldırdığımda O'nun bulunduğum masaya doğru yaklaştığını gördüm.Çok uzun süreler O'nu görmemiş olmama ve çok değişmiş olmasına rağmen tanıdım.Yanında kendi gibi biriyle yaklaştı. Derin ve içten bir saygıyla selam verdi. Selamını ayakta aldım ve elimi sıkan elini kendime doğru çekip hafif sarıldım. Bu samimiyetten memnun olduğunu gözlemek beni mutlu etti.

      Saçları sarımtrak ile kızılımsı arası tuhaf bir renk almıştı.Bu renk doğal mıydı yoksa güneşin ultraviyole ışınlarına fazla maruz kalmasından mı, bilemiyorum.O'nu son gördüğümde 7 yıl önceydi ,belki de daha eski.Fakat cildi fena yanmış ve kalınlaşmıştı. 18 yaşında genç bir delikanlı olduğunu bana O'nu tanıyan hafızam söylüyordu. Yoksa en çok 18 yaşında ki bu adam en az 38'indeymiş gibi görünüyordu.

                                                                    ***

      Yan masadan iki tabure alıp masaya buyur ettim. Kırmadı beni.Gözleri donuktu.Sanki bana çok aşağılardan bir yerlerden bakıyordu.Cebri bir saygı duyuyordu sanki.Yüzünde hayata dair yaralı umutlar besleyen birinin gölgesi vardı ve bu açık seçik belli oluyordu.

      "Ne var ne yok?"

       Sorduğum soru sanki O'nu rahatsız etmişti. Başka konulardan, örneğin benden, bahsetmek ister gibiydi."Uzun zaman oldu abi" dedi kırık dökük bir ses tonuyla. Sonra duraksadı.Yüzüme bakmıyordu.İri gözlerinin ucundan aklı bambaşka alemlere kaymıştı. Bense gözlerini izliyordum.Çok berraktı bakışları.Sanki hiç bir şeye karşı içinde hiç öfke barındırmıyordu.Neden sonra sorduğum soruyu hatırlamış gibi toparladı kendini:

       "Çalışıyoruz be abi"

        "Ne iş yapıyorsun?"

         "Ne iş olursa.Kayısı topluyoruz bazen.Dün domates vardı.Dün çok sıcaktı.Bu gün daha iyi."

         Anlatmasını istiyordum.O'nu bu hale getiren şeyin ne olduğunu öğrenmek istiyordum.Yaptığı işler belli ki çok yaşlandırmıştı.Taptaze bir çocuk olduğu eski günlerini de biliyordum.Zaman ne yaptığı için bu kadar hızlı işlemişti O'nun bedeninde?

                                                                      ***

         Yaklaşık 7 yıl önce sabahın çok erken saatleriydi.Güneş henüz doğmuş kırsal insanlar her zamanki ağır fiziksel koşullarına doğru yol almaya başlamışlardı. Çalıştığım benzinlik köylülerin ilk uğrak yeriydi. Evlerinden çıktıktan sonra bir çoğu önce benzinliğin marketine gelirler ihtiyaçlarını aldıktan sonra da güneşin alnına , tarlalarına doğru yollanırlardı. O yıllarda gençtim ,aklım bir karış havadaydı ve bu insanların koşullarını algılayamıyordum. O'nunla ilk kez orada karşılaştım.Sabahın köründe babasının elinden sıkıca yapışmış tarlaya gidiyordu. O'nu ilk tanıdığım anı hatırlamak çok zor olmadı çünkü çok zeki bir çocuktu ve söylediği bir cümleyle zihnime kazınmıştı:

         "Şapkanı unuttun mu baba, güneş seni yakacak."

          Ardından zeka parıltılarından bolca barındırdığı gözlerini gözlerime dikip:

         "Abi,sizin şapkanız var mı?Babama ödünç verseniz.Çünkü şapka alacak paramız yok."

         Cevabım o an hayatımın ne tür bir bilinçsizliğin içine gömüldüğünün göstergesi gibiydi:

         "Var canım, ama bana da lazım burada.Lazım olmasa verirdim."

          Ah ben o cevabı vermeseydim keşke.Şimdi düşününce çıkarıp başımı vermediğime bin pişmanım.O ise bana babasından yiyeceği azarı göze alarak bir şeyi, insanlığı hatırlattı:

         "Sizin şapkaya ihtiyacınız yok ki abi.Siz gölege de çalışıyorsunuz.Üstelik klimanın altındasınız."

          "Abiyi rahatsız etmesene oğlum!!!"

          Abisinde rahatsız olacak bir yürek ve akıl var mıydı ki?

                                                                  ***

         Bu çocuğun adı Abdullah.Henüz 18'inde."Bizde tarla tapan olmayınca kim ne iş verirse çalışıyoruz." dedi.O bir istisna değil.Kendisi gibi yüzlerce kırsal genç var bizim burada.Okumak, kariyer ve rahat sahibi olma şansları yok.Bazı tuzu kuruların kurduğu basit bir cümlenin basit bir öznesi onlar:"Herkes okursa bu işleri kim yapacak?" Okuyamayıp "bu işler" denilen işleri yapan "tür"ün örnekleri onlar.Hakkaten, bu çocuk ve onun gibi olan yüzlercesi okuyabilse kim toplayacak o sıcakta "domatesi"...

                                                                 ***

       Onlar gündelik, güneş alınlarında yanıp ,ellerinde birikmiş yarıklara yenilerini eklemek üzere tarlaya doğru yollanırken son model,gıcır gıcır bir 4 çarpı 4, Jeep yakıt pompasına yanaştı.Belli ki 50 km ötemizde ki sahile , tatillerini geçirmeye gidiyorlardı. Hayatlarından pek memnun görünen orta yaşlı bir bey , eşi ve çocuğuydu araçtakiler. Arabadan önce adam indi. Anahtarı pompa görevlisine teslim edip kendisi şöyle bir gerindi.Bu gerinmenin içinde pek ukala bir tavır rahatça algılanabiliyordu. Arabada ki çocukları da ardından indi. Çocuğun arabadan inişi büyük bir olay oldu adam için,ki kibarca eşine çıkıştı:" Acele et ,çocuğa bak.." Adamın bu tatlı sert uyarısı karşısında kadın telaşla çocuğun elinden tuttu.Çocuk markete gelmek ve bir şeyler almak istiyor gibi annesini çekiştiriyordu.Adam yine devreye girdi:"Ne istiyorsa git al."Ve ardından ekledi:"Şapkasını giydir çocuğun.Güneşten geçeceksiniz."Güneşten geçilip markete ulaşılacak alan bir kaç metreydi.

                                                                   ***

        Yıllar öncesinin anılarından sıyrılıp güçlükle O'na döndüğümde "bir sigaranı alabilir miyim abi" diyordu O.Bu arada gözü gazetede ki resimlere takılmıştı.Yüzüne anlamlı bir hüzün peyda oldu.Resimler insanlığa dair derin acıları anlatıyordu.Kimsenin anlamadığı, yaşamak istemediği hayatlara sahip , çoğu çocuk ve kadın ,Afrikalı insanlar.

       "Biz iyiyiz yine de be abi...Baksana, Afrikalılar ne durumda...O insanların yerinde olabilirdik...Keşke param olsaydı biliyor musun? Gönderirdim onlara..Hepsini hem de...Bi de düşün Ramazan ayındayız."

                                                               ***

      Vicdanım harekete geçip zihnimi bir gün öncesine götürdü yine. Bu kez O'nu duymuyordum.Başım söylediklerini anlıyormuşum gibi kendiliğinden arada bir inip kalkıyordu.Önce ki güne dair görüntüler gözümün önünden geçiyordu istemsizce.

       Saat öğlenin ikisiydi. Günün en sıcak anlarıydı.Güneşten korunmak için gereken tüm tedbirleri almış vaziyette pazardaydım. Yine de sıcak alabildiğine rahatsız ediyordu bedenimi.Bir an önce oradan kurtulmak,klimanın soğuttuğu odama kavuşmak için can atıyordum.

      "Şu domatesten olsun,beş kilo ,evet"

       Ne kadar kolay kuruyordum bu cümleleri.Bu domatesleri güneşin doğumundan batımına kadar toplayan ve bu yüzden yirmi yıl yaşlı görünen çocuk şimdi karşımdaydı. Onun gibi yüzlercesi de etraftaydı. Kalınlaşmış derileriyle sanki üstüme geliyorlardı.Bu normal miydi, anormal miydi?

      Biri, tuzu kuru biri, " bu insanlar okusa,kariyer sahibi olsa kim yapacak bu işleri" demişti.

      Kölelik bitmiş miydi? Fırsat eşitliğinden mi bahsediyordu başbakan? Adil düzene mi geçilecekti iktidar el değiştirdiğin de?  "İstikrar sürsün Türkiye büyüsün" sloganı bu insanların güneş yanığı yüzlerine iyi gelir miydi?

                                                                                 ***

       Ve izin isteyip masadan ayrıldı.İşinin olduğunu söyledi. Yine görüşelim dedi.Arkalarından öylece bakakaldım.Ucuz tarım işçileriydi bunlar.Tarım işçisi olmak iyi bir şey miydi? Bilemiyorum.Ama şu var ki, geçmişte,iki yüz yıl önce, bir ressamın resmettiği , milyon dolarlar değerinde ki bir tabloda,"yemek yiyen patates işçileri"nde ki insanlara ne çok benziyorlardı.

5 Ağustos 2011 Cuma

YAZMAK

 

     Kimse için yazmıyorum ben.Kendim de dahil. Yazmamın bir nedeni olmadığı gibi bir sonuç beklentim de yok.

     Yazılanlar insan doğasını değiştirmekte birazcık bari etkili olabilseydi,mesela bu kadar çok eli kalem tutan insanın gücü silahların gücünü dengeleyebilse ve Afrika'lı çocuklar iç organları belli olmayacak kadar bile bedensel kütleye sahip olabilseydi o zaman var gücümle yazma işini seçebilirdim.Ama biliyorum ki öyle değil.O yüzden bilinçli olarak yazarlık mesleğini seçenlere de çok saygı duymakla beraber ,ruhumu eğlendirmekten öteye bir işlev gördüklerini de sanmıyorum artık.

     Bu insanlar neden yazdılar? Dünyayı daha yaşanabilir yapmak için mi? Sanmıyorum.Çünkü her biri bir şeyi farketmişti. Dünya daha iyi olamazdı.Mutsuzluk,fakirlik,savaş,hastalıklar yok edilemezdi. Esasında her biri insan doğasının bir ürünüydü. Ve aslolan insanın doğasının değişmezliğiydi. Bunu çok iyi biliyorlardı. Koskoca sanayi devrimi dünyada ki tüm üretim anlayışını o kadar kısa süre de altüst etmesine rağmen insanın doğasına  dokunamamıştı bile. Hal böyleyken o büyük kafalar kalemlerini dünyayı kurtarmak üzere oynatmayacak kadar akıllıydılar.

    İşte tam da bu yüzden yazmanın bir mantığı yoktur.Bir nedeni ya da sonucu yoktur. Yazmak okuyana bir şey idda etmek değildir. Ya da okuyana bir şey öğretmek değildir. Çünkü insanların öğrenmek gibi bir derdi yoktur.Aslında insanların gerçek bir derdi yoktur. Dert insanın varoluşsal bir gerçekliğidir ve değişmez. Böyle olmasaydı az da olsa dünya da dertsiz insanlara rastlanabilirdi.Kimbilir belki de bu insanın doğasının çok daha ötesinde ,daha derin bir nedene bağlıdır.Belki de aslında dünya insanların yaşamaları için değil dert çekmeleri için varolan bir mekandır. Fiziksel olarak yaşamı olanaklı kılan tüm etkenlerin ruhsal olarak doygunluğa ulaşmaya etki edememesinin altında yatan neden başka ne olabilir ki?

   Ama yazıyorlar ve yazıyoruz.Nedenini çok sorgulamıyoruz belki.Ben sorguladığım kadarıyla nedensiz yazıyorum.Bir beklenti gütmeden ve öylesine.İçimde bir şeylerin sürekli yıprandığını bilmek ve bunun önüne geçememek gibi büyük bir derdim olduğundan belki.

     Dünyaya karşı her geçen gün artan bir öfkeyle yaşamımı sürdürüyorum. Neden? Bu kadar eşitsisiz, neden?

     Bir Van gogh'um belki de "mutsuzluğum sonsuza kadar sürecek" diye düşünen. Ve biliyorum ki bu dünya çok Van Gogh'lar gördü. Ve görmeyi sürdürecek.

    İşte nedensiz yazıdan çıkmayacak sonuç bu...

7 Temmuz 2011 Perşembe

GEÇMİŞE DÖNÜK ARAYIŞSAL İTİRAFLAR

Bunu yapana öğretmen mi denir?Sikeyim ben böyle öğretmeni de ona hocam diye saygı duyan herkesi de...

   Herkesin farklı farklı ilgilere sahip olduğu bir dünyada ben hep birilerine benzetilmeye çalışıldım. Hayatımın en önemli çelişkilerinden biriydi bu çünkü bunu yapan en sevdiklerimdi. Ve bunun anlamı çok açıktı, onlarca beğenilmiyordum.Ki bu yüzden başkalarına benzetilmeye uğraşılıyordum. Kıyas yapıyorlardı sürekli.Falancanın oğlu,filancanın torunu şöyleymişte ,ben onlar gibi değilmişim.

   Fıtrattan mıdır, yoksa onların bu davranışlarına karşı bir başkaldırı mı; inadına onların istediği gibi bir insan olmaktan uzaklaşıyordum.Bazen,geçmişte bile bile yanlış yaptığımı bile düşünüyorum şimdilerde.Yaptığım çoğu hatanın temelinde sanki ailem tarafından kabullenilmeme , onlar tarafından beğenilmeme sorunu var, bilemiyorum.Annemin sürekli söyleyerek zihnime kazıdığı bir sözün ara ara kulaklarımda çınlaması da sanırım buna bir kanıt olsa gerek: "Seni seviyorum ama huyunu sevmiyorum."

     O sürekli kıyas edildiğim ve kendilerine benzetilmeye çalışıldığım , aileme göre müstesna kişilikler olan şahsiyetlerin çoğu yakından tanıdığım arkadaşlarımdı.Bir çoğunu çok iyi tanıyor olmama rağmen onlarla beraberken davranışlarını sürekli içten içe gözlemlerdim. Bu insanlarda ne vardı ki ailem bunlara gıpta ile bakıyordu ve onları benden daha üstün tutuyordu? Öykünülecek hiç bir yanları yoktu bana göre.Herkes gibi sıradan ve kendilerine özgü insanlardı. Çocuktular ve çocuktuk hepimiz. Bu karşılaştırma alışkanlığından bir gün kurtulacağım, gelişeceğim,serpileceğim günler için umutla çocukluktan kurtulmayı beklerdim. Sırf bu yüzden belki de çocukluğumdan nefret etmiştim. Büyürsem ailem beni sevecek ve olduğum şekilde beni kabul edecek gibi gelirdi o zamanlar bana. Bu iğrenç duyguya karşı gösterdiğim direnç belki de biraz bu yüzdendi. Ama yanıldığımı çocukluğumun üzerinden onca yıl geçtikten sonra bu günlerde anlıyorum. Aileme göre yine ben yaşıtlarım arasında en kötüsüyüm. Yanılmışım çünkü ailem aslında galiba beni gerçekten değil sadece içgüdüsel olarak seviyordu. Bu yanılgı bana çocukluğumu kaybettirdiği gibi ergenliğimi de kaybettirdi. Kendimi anlamsızlıkların bataklıklarına vurdum. Çok fazla kahvehane, bilardo hane, anlamsız gezme ve tozma işlerine verdim. Düşünecek bir parça zamana bile sahip olamadım. Beni ilgilendirmeyen insanların beni beğenmesi umrumda bile değildi, beni beğenmeyenin cehennemin dibine kadar yolu vardı ve hep oldu ama beni beğenmeyen karnında bir yıla yakın bir zaman aldığı besinleriyle beni yaşama tutunduran kişi olunca durum değişiyordu. Bunu bir hakaret olarak söylemiyorum ama ailem için gerçeğin ifadesi pedagojik cahiller olduklarıydı ya da pedagojik facia.

      Ailem böyleydi. Öğrenmenlerimin çoğu ailemden de beterdi. Onların arasında, evde maruz kaldığımız psikolojik yıkımın etkilerini azıcıkta olsa onaracak kimse yoktu ya da azıcıktı. Her biri kendi siklerinin ve götlerinin derdinde bir kaç zavallı erkek ve kadındılar. Öğretmen saygıya değer bir kavramdır hiç şüphesiz ama ben kendi öğretmenlerime saygı duyamayacağım, bunun için kusura bakmaya hakları da yok, çünkü bu gün onları böyle anma nedenim her birinin sergilediği aptalca ve zararlı davranışlardır. Onlara da dair zihnimden hiç gitmeyen iğrençlik örnekleri mevcut. Hemen , şu an , bir örnek verebilirim mesela:

      Sınıf iki ve yaş sekiz bile değil henüz. Adı Abdullah. Ama ismiyle müsemma değil bu şahıs. Koyu bir kemalist. Atatürk'ün tenekeyle karga kovalama salaklığını ballandıra ballandıra anlatır , bu salaklığı yalnızca dahi bir çocuğun düşünebileceği fikrini bize empoze etmeye çalışırdı.Atatürk'ün çok büyük adam olacağı ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kuracağı henüz o yılllarda kargaları kovalayışından belliymiş,öyle derdi. Bizim ,zeka seviyesi henüz doğmamış bir çocuğunkine eşit ,zavallı çocuklar arasında geleceğin Atatürk'ü olma umuduyla bahçelerde ,tenekeyle yerine göre karga , yerine göre diğer kuş türlerini kovalayan , acınası bebeler işte bu zavallı öğretmen kurularının eseriydi, buna gözlerimle şahit olmasam inanmazdım.Babam beni bu öğretmen şahsa teslim ederken "hocam!eti sizin kemiği bizim" cümlesini söyleyebilecek kadar her şeyden mahrumdu. Ve bu şahıs ne bende ne de diğer çocuklarda ;et ya da kemik, hiç bir şey bırakmadı, iliğimize kadar emdi.Bu ve bu türden şahısların egolarına yem edilen zavallılardık biz.Çocuk değildik. Sığınabileceğimiz kimsemiz de yoktu.İlkokul ikinci sınıfta olup sekiz yaşında bile olmamamıza bakılırsa okulun henüz ilk günleriydi yaz tatilinden sonra.Ders saati başlamış ve Abdullah Bey henüz sınıfa teşrif buyurmamışlardı. Zaten bir de öğretmenlerin derslere geç kalabildiği ve sıklıkla geç kaldığı ama öğrencilerin geç kaldığında avuçlarına on kalın sopa darbesi almayla ödüllendirildiği bir dönemdi. Sınıfta bir uğultu vardı. Herkes sırasında oturmuş Abdullah Bey'in teşrifini bekliyordu ama bütün çocuklar birbirleriyle sohbet ediyorlar ve buda ister istemez gürültülü bir uğultu meydana getiriyordu. Abdullah Bey bundan hiç hazzetmezdi.  O gün koşarak ,büyük bir hışımla sınıfa girişini şimdi gibi hatırlıyorum. Sınıfa bir anda bir sessizlik çöktü. Hedefte bir kişi muhakkak vardı. Birimizin çocuk dünyası Abdullah öğretmenin ayakları altında yıkılacaktı ama kimdi bu şanssız şahsiyet. Herkes bu anakronik durumun merakı içindeydi. Kim olacaktı hedef? Bu tür sahnelere direncim zayıftı. Gözlerimi kapamış , başımı eğmiş ,içimden sessizce o kişi olmamak için dua ediyordum. Gözlerimi açtığımda üzeri uzun ,simsiyah kıllarla kaplı, tombul,terli ve esmer bir sol elin önlüğümün yakasını avuçladığını gördüm. Bu olağanüstü güçlü elin ardında ki kalın kol bir çırpıda beni ayağa dikmeyi bildi. Aynı özelliklere sahip diğer elin suratımda parmak izleri bırakacak biçimde arka arkaya patlaması uzun sürmedi. Yerime oturtulduğumda ağlamaya dermanım yoktu. Çok utanmıştım. Konuşmanın ne kadar kötü bir eylem olduğunu düşünmüştüm. Belki de günlerce konuşmamıştım. Diğerlerinin ,seçilmiş kişinin ben olmam dolayısıyla rahatladıklarını algılayabiliyordum ama her birinin gözlerinde ki korku görülmeye değerdi.

       Ben ve benimle birlikte okuyanlar bu tezgahtan geçti.

       Şimdi ben kayıp çocukluğumun peşindeyim.

       Beni ve hayatımı bu noktaya getiren şeyin gerçekte ne olduğunu bulmaya çalışıyorum. Bulabilecek miyim bilmiyorum.Ama bu hayatı bu duruma getiren sadece ,tek başıma ben değilim.Yapılanlar ve yapılmayanlar bu kadar ortadayken hayatımın suçlusu ben değilim.

      Ve toplum!!Bir zamanlar sana çok şey borçlu olduğumu ,bana çok şey verdiğini düşünürdüm. Bu da iğrenç bir yanılsamaymış.Şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Ve toplum!!!Sana hiç bir borcum yok. Topunun canı cehenneme.Tanrı cezanızı verecek biliyorum. O yüzden nerede bir çocuk görsem her şeyi bir kenara bırakıp onlarla ilgileniyorum .Galiba hayatımı siken bu düzenin bana öğrettiği nadide ,tek şey bu....

27 Haziran 2011 Pazartesi

BİR SİSTEM Mİ ÇÖKÜYOR NE!!!

   

     Yalanlarla ve kirli siyasetle kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti sistemi çökmeye doğru gidiyor. Yaşanan her olay bunun açık bir göstergesidir. Yıkılış çok acı,çok katmerli  olacaktır,bunda şüphe yok ama önemli olan bu yıkıntının altında kimler kalacak?

     Zaten bu ipin bu yükü taşıyamayacağı en başından belliydi. Yıllardır pamuk ipliğine bağlı olarak varlığını sürdüren sistemin içinden yükselen çatırdamaları duymamak son kertede  mümkün değil.Hiç kimse kendisini kandırmasın,Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır diye, otuz yıldan bu yana yaşadığımız ve bu gün gelinen noktada yaşananları düşündüğümüzde devlet sistemi olarak bir yok oluşun açık belirtilerini algılamak zor değil.

     Mesele bir siyasi krizin çıkması ya da çıkmaması değil. Mesele ortada bir siyasetin olmaması. Siyaset bu gün siyasi partilerin gerçekleştirdiği faaliyetler değil. Bu partilerin faaliyetlerinin politikayla uzaktan yakından alakası yok. Politika bir kamplaştırma ,ayrıştırma,hır çıkarma, gerginlik yaratma, aymazlık sanatı değildir. Tıpkı demokrasinin sokaklara dökülüp ,ellerine geçen her şeyi yakıp yıkan kalabalık azgınlığı olmadığı gibi. Tıpkı ifade özgürlüğünün insanların her şeye ve herkese karşı ağızlarına gelen her sözü söyleyememesi gibi.

      Bu gün bir bardak suda fırtına koparmaya çalışan siyasetçiler büyük bir yanılgının içindedirler. O siyasetçilerin peşine düşmüş,onlardan kurtuluş bekleyen sıradan bireylerin oluşturduğu yığınlar daha büyük bir yanılgının içindedirler. Kendilerine aydın diyen ve politikacıların davranış biçimlerini ya türlü nedenlerle reddetmeyen,öven ya da sanki yaşananların iler tutar yanı varmış gibi ,kaosun yaratıcı tarafları arasında taraf olmaya çalışan kişiler de aynı derecede büyük yanılgı içerisindedirler. Akil bir insanın şu an yaşanmakta olanları anlaması ,içine sindirmesi ve bilinçli ya da bilinçsiz ,yaratılmış olan bu tehlikeli ve ölümcül kamplaşmanın içinde ve kamplardan birinin yanında yer almaya ikna olması mümkün değildir.Ama görülüyor ki milyonlarca insan bu korkunç kutuplaşmanın menziline çekilmiş durumda. Sistem kendi kendini patlatmaya doğru gidiyor , kimse olacakların farkında değil.

       Türkiye Cumhuriyeti devletinin başından beri tepeden inmeci ve demir yumruk karakteristiği bilinen bir şey. Tepeden inmeci yaklaşım oldum olası her zaman vardı ve olmaya da devam edecekti zaten. Ama artık demir yumruk işlerliğini büyük oranda yitirmiş durumda. Artık dünyanın gözleri önünde hiç kimse katliam yapmayı deneyemez bu ülkede .Sistem esir ettiği rehineleri korkuyla durduracak silahı kaybetti. Artık bu ülke de hiç bir kutup yerinde durmayacaktır. Çünkü demir yumruk olmadan bu ülke insanını bir arada ,huzur içinde yaşatmak bu yoğun kamplaştırma faaliyetlerine rağmen mümkün değildir. Bunun en önemli nedeni bir demokrasi kültürünün olmamasıdır. Siyasiler kartlarını maalesef ki aptalca bir biçimde insanları birbirlerine düşürme yolunda kullanıyorlar. Bu sistem çöküp yerini kaosa bıraktığında orta da yönetecek bir sistem bulabilecekler mi?

       Bir diğer konu Türkler ve Kürtler sadece ismen birbirlerine benzemezler. Bu iki halkın birbirleriyle hemen hemen aynı olan bir özelliği vardır ki "savaşçı" olmalarıdır. TSK'nın PKK'yı otuz yıldır bir türlü yenememiş olması, TSK'nın da PKK'nın da yenişememelerine ve onca kayıplarına rağmen bir türlü vazgeçememeleri bunun açık bir göstergesidir. Bunların her ikisi de birer örgüttür. Mantık sınırları içerisinde hareket edebilmeleri gerekir, ki bir çok nokta da bunu yapaliyorlarken maalesef konu birbirleri olunca savaşmaktan başka mantıklı bir yol akıllarına gelmemektedir. Dünyanın en savaşçı halklarından olan bu iki halkı birbiriyle savaşacak biçimde germek ve bu gerginlik için siyasilerin can siparane göstermiş olduğu azim ve gayret esasında çok tehlikelidir.Bu sistem bu tehlikenin altından kalkamaz.

       İki kardeş ve dost halkın arasına nifak tohumları serpiştirilmektedir. PKK yavaş yavaş huzur bozucu hiziplerini batıya ve Türkler'in yoğun yaşadığı bölgelere doğru kaydırmaktadır. Çok küçük bir emsal vermek gerekirse , tarihinde hiç bir zaman Kürtçü bir gösteriye ev sahipliği yapmamış bazı büyük şehirlerimizde de BDP'lilerin olaylar çıkardıklarına şahit olmaktayız. Molotoflu, taşlı sopalı bu eylemlerin Türk yoğun bölgelere sıçratılması ve bu yönde gayretlerin artmış olması düşündürücüdür. Bu resmen Türkler'i Kürtler'in üzerine çekmeye çalışmaktır ki, kamplaşma ve hizipleşmenin en tehlikeli boyutudur.PKK'nın ve onun siyasi uzantısı BDP'nin faaliyetlerinde ki bu evrimi görmemek mümkün değil..Artık sıra iki halkın birbirine düşman edilmesine geldi gibi görünüyor.

        Diğer yandan önemli bir hususta sistemin fedailiğini yapan Kemalist cephe ile çok uzun bir süre sistemin baskısı altında yaşamış dindar cephede  yaşananlardır. Ergenekon ve Balyoz Darbe Planı davalarının ardından meydana gelen reaksiyon ciddi ve manidardır. Bu davalar sadece dokunulmazlara dokunuluyor şeklinde yorumlanamaz. Sistem kendi öz evlatlarını yutmaya başlamıştır. Sistemin öz evlatları artık babalarından sıkılmaya başlamışlardır. Bir yerde sistem çıldırmaya doğru gitmektedir.Bunun çok sayıda somut örnekleri mevcuttur. Laiklik, Atatürk milliyetçiliği, Atatürkçülük vs gibi kavramlarla özdeşleşmiş CHP delegasyonunun bütün bir seçim çalışmaları boyunca bu kavramları özellikle kullanmamaya özen göstermesi düşündürücüdür. TSK'nin Erbakan'ın cenazesine gönderdiği çelenkte hakeza aynı kefededir. Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin laik anayasasından ve kanunlarından rejimin iflah olmaz savunucuları olan ,moda tabirle ulusalcı denen kesimin  en çok şikayet eder hale gelmeleri rejim açısından inanılması güç bir hadisedir. .Diğer yandan çok uzunca süreler sistemin tüm baskılarına göğüs germiş , rejim tarafından kendilerine yapılan her türlü aşağılamaya tahammül etmiş , büyük bir sabır ve engin bir fedakarlıkla , silahlı yollara başvurmaktan kaçınmış ve kendisini yine çok çetin yollarla politik arenaya dahil etmiş, müslüman dindarlar   artık rol değiştirmişlerdir. Bir zamanlar yargılananlarken artık yargılayan durumundadırlar. İnançları gereğince hiç benimsememelerine rağmen uzlaşmalarının mümkün olmadığı rejimin ekipmanlarını kendilerine bunca zaman kan kusturanlara karşı kullanmaktadırlar. Bu kullanış rejimin asıl taraftarlarını rejimden soğumuş hale getirecektir hiç şüphesiz.

        Türkiye devlet sisteminde paradigmalar beklenmedik biçimlerde ve hızlarda değişiyor. Dünün "üç beş çapulcusu" PKK artık meclisin meşruiyetini belirleme iddiasında. Dünün ezilmiş ,aşağılanmış dindarları bu gün liderleri eliyle paşalara hükmetmekte. Dünün Kemalistler'i bu gün Kemal ismini korkarak anmakta. Dünün bölücü başısı bu gün müzakerelerde. Dün neyse aynı kalan ve hiç yer değiştirmeyen tek kesim komünistler ve onlarda en azından şu an için adet olarak ihmal edilebilir seviyede.Buna karşılık darbe yollarıda en azından şimdilik pek açık görünmüyor. Sistem ana kolonlarını ,kirişlerini kaybediyor. Kazan kaynamakta ve bu kazanda sanki kaynayan sadece buharlaşıp yok olacak su değil.Önümüzde ki çeyrek yüzyıllık süreç Türkiye Cumhuriyeti'nin üzerinde durduğu çok kırılgan zemin açısından çok farklı gelişmelere gebe gibi görünüyor. Deprem öncü sarsıntılarını çoktan gerçekleştirdi ve tsunami belirtileri artık gün gibi aşikar. Kavgaların ortasında heba olup gitmemek adına artık bu ülke vatandaşlarının öz duruşlarını kontrol etmenin zamanıdır. Fırtına yaklaşmaktadır.Deniz bitmiştir. Her şeyin hayırlısı...

23 Haziran 2011 Perşembe

YÜZLEŞME




      Çoğu Türk genci gibi, iğrenç bir yapının beslemesiyim ben de. İnsan olduğumu hiç hissedemeden , düşünme yetimi yıllar yılı kullanamadan yaşamış zavallı bir Türk bireyiyim. Cinsiyetim ve gereklilikleri üzerinde bile herhangi bir his sahibi değildim.

       ***

      Geldiğim noktada ihtiyaç duyduğum tek şey geçmişimle dobra dobra yüzleşmek. Kim ,nerede bana ne yaptıysa tüm detaylarına kadar ortaya dökmek,tartışmak ve bilincimin derinliklerinde yaşayan , bu yetmezmiş gibi bu günkü yaşamıma,insanlığıma,düşüncelerime,anlayışıma,vizyonuma tesir edip beni ruhsal hastalıklı bir mikrop haline getiren  viral anılardan sonsuza dek kurtulmak,kurtulmaya çabalamak. Çünkü ben artık çok iyi biliyorum ki kendimden hiç ama hiç memnun değilim. Bunda suçun sadece bende,kendimde olduğu zırvalarını reddediyorum,buna inanmıyorum.Hayatımı şu bulunduğu noktaya tek başıma sürüklemedim,bu apaçık bir gerçek. Birilerinin papağan gibi tekrar ettiği , önüne gelen hastalarına içinden çıktığı yapıya uyarlamak üzere telkinler ve ilaçlar veren "uzman/psikolog yardımı" tavsiyelerinin de hiç bir şekilde çare olmadığını gördüm,yaşadım, anladım. Benim için tek dönüş, bütün benliğimi en ince detayına varana kadar inşa etmiş olan geçmişimle ve o geçmiş içinde yaşadıklarımla  yüzleşmek. İşe yarayacak mı, kendimi insan  olmaya doğru evirebilecek miyim," evet ,zor oldu,ama değdi,artık insanım:)" diyebilecek miyim sonunda bilmiyorum ama insan olmak için her şeye değer bence.

       ***

      Dünyanın bütün çocukları gibi muhteşem yeteneklerle, yüksek bir enerjiyle dünyaya gelmiştim oysa. Dünyaya gözlerimi açar açmaz bütün güzelliklerimi törpüleyen ve bütün çirkinliklerini ruhuma serpiştiren bir toplumsal yapıyla karşılaştım. İnsanın en temel niteliklerinden biri olan adaptasyon gözlerimi gerçeklere karşı öyle kapamıştı ki, şu okuyacağınız cümleleri bir an bile düşünemeden yıllarca yaşamışım ben. Üstelik kendimi bir halt zannederek,kendimle övünerek,mutluluk pozları vererek,hayatı toz pembe algılayarak. Bir bakmışım ki, ben yokmuşum aslında. Ben diye bir şey yokmuş. Ben sadece içinde yaşadığım toplumun bir kölesiymişim. Toplumun amacı beni eğitmek ,adam etmek,bana vasıflar kazandırmak vs filan değilmiş.Benden beklentileri sadece onlara köle olabilmemmiş. Onlara köle olabildiğim ölçüde sevmişler,beğenmişler beni. Kendim olabildiğim ölçüde de nefret etmişler,dışlamışlar,sevgilerini esirgemişler, ve daha nice ruhsal işkenceler.

     ***

    Bu yazıda ki cümlelerin muhatabı "Hrant Dink"in eşinin ifadesiyle "bir bebekten katil yetiştiren" sistemdir. Sistem sadece ihtiyacı kadar kişiyi katil yapmış geriye kalanları da bir hiç haline getirip bırakmıştır,benim gibi...Sistem sadece siyasal olan değildir. Bu sistemin beslediği,yaşattığı,iş verdiği,aş verdiği, giydirip kuşattığı,hastanesinde tedavi edip okulunda okuttuğu;hasılı yaşam direklerini sistemin çatısı altına dayamış tüm bireylerdir.Sistem bu sistemi kuran ve yaşatan herkestir. Heba ettikleri sadece benim yaşamım değildi,bunu biliyorum,her an görebiliyorum çevrede. Nice eşsiz cevherler kendilerini bulmamak üzere kaybettiler.

      ***

      Öğretmen olabilmek için hiç bir ön koşulun aranmadığı,örneğin;insanlık,iyilik,erdemlilik,zeka,ahlak vs, sınav sisteminde başarılı olan tüm gerizekalı,idiot,embesil ve psikopatların da öğretmen olabildiği bir eğitim sisteminin bedbaht bir öğrencisi olmamla başladı bir çok şey. Okula başlar başlamaz fark ettiğim ve daha sonra da defalarca sayısız örnekler vesilesiyle perçinlediğim ilk önemli düşüncem şuydu: Herkes öğretmenlere saygı duyulmasının zorunlu olduğundan bahsediyordu ,bunun için her yerde büyüklerden nutuklar dinliyorduk ama ben öğretmenlerimde saygı duyulacak bir yan bulmakta zorluk çekiyordum. Henüz yedi yaşında , parmak kadar bir çocukken gürültü yaptığımız için bizi falakaya yatıran bir pezevengin nesine saygı duyacaktım ki. Öğretmenler odasında fosur fosur sigara içen, sonra sınıfa gelip çeşitli vesilerle bize küfreden ve elimize kalın tahta sopalarla abanan ,acıya dayanamayıp elimizi geri çektiğimizde hedef gözetmeksizin sopayla kafamıza gözümüze dalan kompleksli bir kaltağın nesine saygı duyacaktım acaba . Öğretmenler alenen bu işkenceleri bize yaparken toplum onlara her mekanda "hocam" diye hitap ediyordu. Tanrı cezalarını versin, bu gün kendim için en nefret ettiğim lakap "hoca"dır. Hoca benim çocukluğumda ve ergenliğimin ilk yıllarında "şiddet"in bir temsilcisiydi. Uyguladıkları şiddet sadece fiziksel olarak kalsa iyiydi. İşin duygusal boyutu ve sonuçları çok daha vahimdi ve vahimdir.

      ***

        Henüz bir kaç yaşındaydım. Ailem de sigara içen kimseler yoktu. Aile dışındaysa sigara içmeyen. Ailem beni girdikleri ortamlarda sigaranın etkilerinden koruyacak akılsal ve pedagojik olgunluğa sahip değildi. En yakınımda sigara içen birey dayımdı. Dayım sigarayı paket paket değil fabrikasıyla içerdi. Sabah uyandığı anda  ilk yaptığı iş birbiri ucuna ulayarak sekiz on sigara içmek olurdu. Bu tuhaf sigara fetişizmi akşama kadar sürer ve ben küçücük bir çocuk olarak ,gün içinde defaatle onu izlerken şaşkınlığa düşerdim. Oysa dayım çok kabaydı çevresindekilere karşı. Bunun için onu suçlayamam çünkü çevresinde nezaket ya da kibarlık sözcüğünün anlamını bile, bilen hiç kimse yoktu. Hiç kimseye değer vermeyen,en yakınlarına olabildiğince kaba saba davranan dayımın sigaraya karşı duyduğu bu tutkuyu anlamakta zorluk çekerdim.Ne vardı o otçul çubuklarda ki dayım gibi birini bile kendisine bağlamayı başarıyordu.Dayım 52 yaşındayken,geçen yıl akciğer kanserinden öldü. Kanser olduğunu duyduğunda hastalığına hiç aldırış etmedi.Yüzünde ölümcül hasta olmasına karşılık hiç bir endişe ya da korku ifadesi görmedim. Kanser olmanın onun için tek olumsuz anlamı vardı: Sigarayı bırakmak zorunda olmak. Bırakamadı. Sadece hastanede yattığı bir kaç haftalık süreçte mecburen içemedi.Eve geldiğindeyse içtiği sigara adedini azaltmakla yetindi:Dört paketten iki pakete.

       Bir gün dayımın paketlerinden ,gizlice  bir kaç sigarasını aşırdım.Bunun yanlış ve kusurlu bir davranış olduğunu bilmiyordum.Aşırdığım sigaralar tükendikçe bu alçakça işi tekrar yaptım.Yaptığım bu şeyden hiç kimseciklerin haberi yoktu.Hiç bir şeyin sonsuza kadar gizli kalamayacağını,en gizli işlerin bile muhakkak bir gün açığa çıkacağını düşünemiyordum.Çocuktum.Sekiz yaşındaydım henüz.

      Ve ,annem yaşadığımız evin bodrumunda , bir karton kutunun içine sakladığım izmarit ve külleri bulduğunda günlerden pazardı ve pazar bizim banyo günümüzdü. Saçlarım köpüklüydü ve göz yakmayan şampuanları almaya babamın maaşı yetmiyor olduğundan gözlerim sımsıkı kapalıydı. Önce sokak kapısının büyük bir hışımla açılıp ardından süratle çarpıldığını duydum.Gelen annemdi ve tanıdık bir hışımdı bu.İçtiğim sigaraları yakalamış olması ihtimali beni bir an için hoplatmıştı.Yüreğimin ağzıma geldiğini, ödümün patlayacak gibi olduğunu, içimin büyük bir korkuyla dolduğunu bu gün gibi hatırlıyorum ve işin kötüsü o an annemin hışmından sığınabileceğim hiç kimse yoktu, ben sekiz yaşındaydım.Başıma geleceklerden bu kadar korktuğuma göre daha önce defalarca bunu yaşamış olmalıyım , ki defalarca yaşadım. Banyonun kapısı kırılacakmış gibi açıldığında ellerim saçlarımın üzerinde , gözlerim sımsıkı kapalı, ayakta  ve korkuyla bekliyordum. Bir el incecik kollarımı kavramış, bir kaç kesici diş derimi ezmeye başlamıştı. "Annem işe ısırarak başladığına göre çok sinirlenmiş olmalı. Eğer bu kadar sinirlendiyse ,vah halime.Uzun sürecek bir dayağa hazırlanmalıyım" diye düşündüm. Ardından sırtımda hissettiğim güçlü bir şaplağın tesiriyle başımı banyo duvarına çarptım ve yere düştüm. Birbiri ardına yumruk ve tekmeler çıplak vücuduma isabet ederken büyük bir suç işlediğimi düşünüyordum. O an annemin söylediği sözleri ,ses tonunu banyonun içinde yaptığı yankılı haliyle hatırlıyorum."Ulaann ,eşşoğlu eşşek, seni ben bunun için mi doğurdum." diyordu annem.Kaç dakika sürdü,ne kadar canım yandı, nerem morardı ve kanadı bilemiyorum. Ama çocuk ruhum çok yaralanmıştı. Dayak bitince saçımı duruladı annem. Üstümü giyindim. Kapının önüne çıktım. Düşünmeye çalıştım.Kanımca bana yapılanın bir telafisi yoktu. Sekiz yaşındaydım ve o olaydan sonra,sık sık yaşadığım her bu tür olaydan sonra olduğu gibi o evde yaşamaya nasıl devam edebileceğimi düşünüyordum. O an orada, eğer gidebileceğim bir yer olduğuna inansaydım hiç tereddüt etmeyip gideceğimi bu gün gibi biliyorum. Sekiz yaşındaydım ve o yediğim dayak için şikayet edeceğim hiç bir yer yoktu. Çok acıdım kendime.

        Sigara içmeyi hemen kestim. Ama bu kesiş bilinçli bir kesiş değildi. Yaşadığım şeyi bir kez daha yaşamayı göze alamazdım. Sekiz yaşımın ilk günlerini yaşıyordum. Sigarayı ilk kez büyük bir korkuyla o zaman bıraktım. Ama sigaranın beni bırakmadığını çok iyi biliyordum. O içimdeydi. Bir gün gelecek annem ve babamın öfkelerinin bana işlemeyeceği zamanlar olacak ve ben yeniden, özgürce sigara içmeye başlayacaktım. Lise birinci sınıfa gelene kadar bir tek bile sigara içmedim. Liseye ise sigarayla başladığımı anımsıyorum.

       Annemi bunu yaptığı için suçlayamıyorum çünkü o da babasından aynı şeyi görmüştü. Dedem dayımı,okul günlerinde sigara içerken yakalayıp , odaya kitleyip öldüresiye dövdüğünde , kapının önünde olanları izleyen ve içeriden gelen sesleri dinleyenler arasında annem de varmış. Ve annemde o zamanlar onlu yaşların başında bir çocukmuş.

       Bu gün benim çocuğum olsa ve ben onu sigara içerken görsem,tabi ki onların bana yaptığını ona yapmam da, önce kesinlikle çok iyi düşünürüm. Yapacağım herhangi yanlış bir davranışın ona sigarayı bıraktırmayacağını bildiğim gibi onu daha da tiryaki edeceğini bilirim. Kendimden bilirim bunu.

       O olayın üzerinden yıllar geçti. Zihnimde dün olmuş gibi duruyor ama . Sık sık o an gözlerimin önüne gelip düşüncelerimden geçiyor. Ve ben sigarayı bırakamıyorum şu an.Annem bırakmam için bana öğüt veriyor. O gün o dayağı atacağına karşısına alıp insanca konuşsaydı , kesinlikle kendimden emin bir vaziyette söylüyorum bunu, ben bu gün sigara içiyor olmazdım. Kesinlikle ve kesinlikle.

       ***

       Daha anlatılacak sonsuz sayıda anı varken zihnimde şimdilik bu kadarıyla yetinip , gitsem iyi olacak. Bunları anlatmak yordu beni.Ama iyi oldu.Hafiflemiş hissettim kendimi.Galiba daha çok hafiflemeye ihtiyacım var.Bütün ruhsal ağırlıklarımı atmam gerek.Bunu başarabilir miyim bilmiyorum..Ama o kahrolası geçmişle sonuna kadar , açıkça yüzleşmeye kararlıyım. Hayatımın geldiği nokta da ne kadarı benim suçum ne kadarı değil bilmeliyim.Bu sanırım en iyisi...

21 Haziran 2011 Salı

STOCKHOLM SENDROMU;YOK ARTIK!!!



     Sonunda bu da oldu. Milyonlarca insana bir ruh hastası demedikleri kalmıştı , onu da dediler, kurtuldular.Hayırlı uğurlu olsun vatana millete. CHP'ye bol muhalefetli günler artık bundan sonra.

     Gözünü iktidar bürümek böyle bir şey sanırım. Önceleri bu işleri kendileri yapmazken,halka hakareti üçüncü ağızlara ya da kalemşorlere bırakırken artık iktidarsızlık beyinlerine vurmuş olacak ki ağızlarının kontrolünü kaybettiler. Şimdi de izah etmeye çalışıyor beyfendiler, " biz o terimi yüzde ellinin tamamı için değil, bir kısmı için kullandık."

      "Gözünüzü iktidar doyursun." Söylenecek daha da bir şey yok bu şahıslar için.

       Türkiye'ye ve Türk Halkı'na demokrasiyi ve siyasal tercih hakkını çok gören bir zihniyettir bu. Bu zihniyetin kökleri Osmanlı'nın başlangıç dönemlerine kadar gider.Türkler için konuşursak daha eskilere de..İnsanlar arasında adı konulmuş bir sınıf ayrımının olmadığı Osmanlı Toplum yapısı aslında aslında tam olarak elitizm esasına dayanıyordu. "Avam" kavramı sıradan vatandaşlar olarak büyük bir kesimi ifade ediyordu. Avam tabakası cahildi ve devlete kesin olarak muhtaçtı. Devlet onlara yaşama şansı veriyor ve devlet ricali "eğer kendileri olmazsa bu insanların birer hiç" olduğuna inanıyorlardı. Bir yandan da padişah mutlak otoriter idi ve bu iddiasını mutlak bir biçimde sürdürebilmek için en büyük ihtiyacı  avamın çokluğuydu. Bunun için küçüklük teşfik edilirdi. Güçlenmek,mal biriktirmek, çok zenginleşmek gibi büyümeyi  ifade eden kavramlar dışlanırdı. Bu türden kişiler "ekabir" olarak nitelenir ve dikkatle izlenirdi. Bu gün bu ülke de yaşayan insanlar bir topluluğu ifade ediyorsa bu topluluğun bilinç altı Osmanlıdır. Bu bilinçaltını değiştirmek çok uzun süreçlere mal olur. Yok edip yerine yeni bir bilinç altı elde etmek ise mümkün değildir.

      Osmanlı zamanının şartları içerisinde ,bu sistemle ,bütün iç enerjisini tepeye kanalize edip, ortaya çıkan kuvvetle üç kıta da adından söz ettirmiş bir büyük cihan devletiydi şüphesiz. Bu günkü Türkiye ise çok farklı bir noktadadır.Kafa olarak hala bir takım eskilikler bulunsa da şartlar ve yaşam artık çok farklıdır.

     Türkiye artık devlet idaresinde demokrasi oyununu seçmiştir.Bu çok makul bir seçimdir. Demokrasiye karşıysanız ,ki bu da hakkınızdır, saygı duyulur, sorun yok ama bunu açıkça dillendirmelisiniz. Hem demokrat olup hem de Stokholm Sendrom'u örneği vermek bir çelişkidir. Bu çelişki sizi olduğunuz yerde saydırmaya devam eder bir siyasi parti olarak.

     

20 Haziran 2011 Pazartesi

MALBORALI SOLCULUK



     68 kuşağının faziletlerinden dem vurmaya başladı önce.Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ne yiğit,ne cengaver ,ne cesur, ne ultra süper kahraman insanlar olduğunu anlattı. Ölüm karşısında ki tutumları beyefendiyi oldukça mest etmişmiş. O övüyor , yere göğe sığdıramıyor ve överken kullanacağı cümleleri seçmekte zorluk çekiyordu ve bense sessizce,put gibi dinliyordum. "Sende bir şeyler söylesene " dedi hafif burgulu bir sesle. Aslında istediği şey sürekli gördüğü ve alıştığı bir tepkiydi. Bir klişeyi tekrarlıyor ve bu, gerçeği tam anlamıyla bilinmeyen klişeyi benim de onaylamamı bekliyordu. Onaylamadım elbette.Hayatım boyunca tüm toplumsal klişeler karşısında takındığım o sinir bozucu tavrı takındım. Sustum. Bir şeyler düşünüyor gibi yaptım. "Yaaaa sen neden konuş muyorsun?" der gibi homurdandı.

       "Hakkında hiç bir bilgim olmayan bir konu olduğu için bir şey söyleyemem" dedim.

       Şaşırmıştı.Biraz da sinirlenmişti.Bu ülkede bütün sol ve sağ cenah için sembol olmuş isimlerle ilgili bilgim yok demek ona tuhaf gelmişti. Aslında bu cümle onun beyninde kendisini onaylamadığım biçiminde yankı buluyordu. Bunun farkındaydım. Sinir katsayısını biraz daha artırmak istedim.Bunu bilerek yapacaktım.Zaten sürekli de yapardım. Çünkü bu, Türkler'in genel karakteristiğiydi. Övünmek ve övmek konusunda üstlerine gelir yoktu.Ama övünmenin de övmenin de bir orta yolunu tutturamazlardı.Allah onları bu yeteneklerden eksik yaratmış gibi davranıyorlardı.Halbuki bu bir kader değildi. Bu da benim sinirlerimi bozuyordu. Çünkü onları seviyordum. Çünkü ben de bir Türk'tüm. Her nerede bir Türk'ü övünürken ya da överken görsem üzerine gidiyordum. Bazen de kendimi kaybedip karşımdakini öfkemden sinirlendiriyordum.

      "Anlıyorum" dedim. "Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının öldürülmeleri talihsizlik. Ama şunu da çok iyi  biliyorum ki onlarında yanıldıkları , hata yaptıkları noktalar muhakkak vardır. Onları bir Aziz ya da bir Peygamber gibi algılamam mümkün değil."

       Sözlerim zihninde şimşek etkisi yaptı. Sinirlenmişti ,hem de o biçim. Nabzı artmış ,sesine bir titreme çökmüş ve soluk alıp vermede güçlük çekmeye başlamıştı. Benden beklentisini biliyordum.Nolursa olsun beklentisi gerçekleşmeyecekti. Ortamı yumuşatmayacak ,haklı olduğunu ona hissettirmeyecektim.Buna hakkı yoktu çünkü.Alışmamıştı karşıt düşüncelere tahammül göstermeye. Deniz Gezmiş'in aziz ve yüce bir insan olduğuna onun gibi inanmamı bekliyordu.O bir tabuydu.İçi tabularla doluydu.Onunla ve onun gibi milyonlarca insanla ,bu ülke de iletişim kurmanın yolu yarım yamalak,kulaktan dolma bilgilerle yarattığı heykellerin önünde eğilmekten geçiyordu. Deniz Gezmiş'in asıldığını ve onun bir kahraman olduğunu duymuştu girdiği her ortamda.Hakkında bir tek satır bir şey okumadan ,hiç sorgulama ihtiyacına girmeden tabuyu kabul etmişti. Davranışları benden o tabuya ilişmememi aksi halde hır çıkaracağını salık veriyordu. Ama bende de Halide Edip ruhu vardı biraz. "Hırdan gürden eğilmez boynum. Haklıysan beni ikna etmek zorundasın.Beni ikna etmenin yolu da ikna etmek için uğraşmamak"

     Çok çevik bir hareketle ayağa kalktım. Korkak bir tazı gibi gardını aldı karşımda.Artık küçülebileceği kadar küçülmüştü.Ona uymayacaktım ve uymadım.

      "Seninle kavga edeceğimi düşünüyorsan yanılıyorsun.Böyle bir şey olmayacak. Ama sana şu kadarını söyleyeyim: Deniz Gezmiş ve arkadaşları Amerikan Emperyalizm'ine karşı mücadele vermişlerdi sana göre değil mi? Güya sen de onların izinden gidiyorsun. Onlar sana göre ruhani kişiler. İçtiğin sigaranın markası Amerikan. Giydiğin ayakkabı Amerikan.Binmek için can attığın, bunun için babana her gün kabuslar yaşattığın araba bir Amerikan markası. Amerikan dilini öğrenmek için kurslara gidiyorsun. Eğer imkanın olsa bu gün atlar gider Amerikan üniversitelerinde master yaparsın. Sen Deniz Gezmiş'i sevsen nolur sevmesen nolur. Ama sana bir tek tavsiyem var.Bence sen bu halinle Deniz'cilik yapmayı bir kenara bırakta karşında ki insanların düşüncelerine saygı duymayı öğrenmeye bak."

      Afallamıştı.Ben de sinirlenmiştim. Koşarak terkettim orayı. Bir gün sonra aradı.Buluşmak istedi. Buluştuk.Konuyu hiç açmadık.Ama sanki bir şeyler değişmişti.Ve sanki bir taş yerinden oynamıştı.Mutlu oldum.

CAN SIKINTISI:)

 

     Durmadan kitap okuyordum.Ve sürekli okumak istiyordum. Okudukça değişen bir şey olmadı. Sorunlar devam ediyordu.Dünya bir çöplük gibiydi.Belki de ben çöplüklerde yaşamayı seven insanların arasında yaşıyordum. Dünyada bir cennet hayal ediyordum.Bunun için haklı nedenlerim de yok değildi. Okumak sorunları çözmüyordu.Ruhum düzelmiyordu. Dünyada bir cennet yaratamazsam nasıl olacakta öteki dünyada cenneti hak edecektim?

     Durmadan ama durmadan insanlarla konuşmaya çalışıyordum. Beyinlerin etrafı kalın duvarlarla çevrili gibiydi. Kendimi ifade etmeye çabaladıkça anlaşılmadığımı görüyordum.Üzülüyordum. Anlaşılmanın kelime oyunlarının en iyi ve en maharetli şekilde oynanmasına bağlıyordum. Sürekli yeni cümleler yaratıyordum zihnimde.Okuduğum kitaplar bu konuda en büyük yardımcımdı. Her kurduğum cümle hayati bir soruna işaret ediyordu.Ama insanlar anlamıyordu.Ağlamak istiyordum.

    Hayatı kavramakta güçlük çekiyordum.Hayatı kavramış gibi yaşayabilenlere de şaşırıyordum. İnsan mıydı onlar?

    Arada bir dayanamayıp kendimi sokaklara atıyordum. Bir yabancı gibi dolaşıp duruyordum.Gittiğim yerlerde bir amacım yoktu. Hayatta kalmak gibi derdim yoktu. Bu düşünceye nereden saplanmıştım.Bunu düşünüyordum ama bir sonuç bulamıyordum. Boğuluyordum.

     İnsanların sıkıntılarını aşmak için ürettikleri yapay ve aptalca yöntemleri vardı. Sinemaya, tiyatroya gidiyorlardı. Diziler, konserler ,alışveriş merkezleri,stadyumlar dolup taşıyordu. Bununla rahatladıklarını düşünüyorlardı. Şovmenler parayı çuvalla götürüyorlardı. Yaptıkları şey çok garipti. Karşılarına geçen ve söyledikleri her sözü pür dikkat dinleyen çeşitli kalabalıklar vardı.Millet  para verip izliyordu bu gösterileri.Üstelik fiyatlar oldukça fahişti. Şovmenin yaptığı tek şey ise karşısına aldığı kalabalığın yaşam tarzıyla alay etmekti. Şovmenin bir suçu yoktu.Kendince sanat yapıyordu ama bu bir kamuflajdı. Mesele daha çok para ve daha çok şöhretti.  Dinleyicilerin ise yaptığı tek şey kendi aptallıklarını alaycı cümlelerle anlatan bir  gerzeğin işe yaramaz sözlerini dinleyip ,kendi aptallıklarına çılgınlar gibi gülüp  sonra da "oh be ,çok güldüm, çok rahatladım" cümleleriyle bulundukları mekanı terk etmekti.

     Sonra krizler meydana geliyordu. Ülke bir ara kriz masalarından geçilmez olmuştu. Her bokun püsürün bir masası vardı. Bir yerden sonra kriz masası krizlerinin ortaya çıkmasından korkulmaya başlandı. İşe yaramıyordu çünkü.Çünkü sorunlar vardı ve bu sorunlar "sorun masalarının" çözebileceği türden değildi. Yöneticilerse işin kolayını bulmuşlardı: Her soruna bir "çözüm masası"...Kriz masaları kriz çözüm masaları sorun kaynağı olmaya başlamıştı.


     Nasıl yaşayacağımı şaşırdım.Ne yapsam ne etsem hiç bilmiyorum. Kimseyle konuşamıyorum. Çözüm önerileri dinlemek istemiyorum. Her biri basit ve sığ. Kulak bile asılamayacak kadar yapay. Hem anlamadan dinlemeden ben kendimi sana tam olarak ifade edebildiğime inanmadan nasıl yararlanacağım ki senin nadide beyninin ürettiği çözümden?

     Ruhum azaplar altındaydı. Fakirlik karşısında derin endişeler taşıyordum. Yoksulluk ve yoksunluğa karşı içten ve fark edilmesi güç bir öfke duyuyordum. Zenginliği,bolluğu çok seviyordum. Çok param olması fikri içimi serinletiyordu. Zengin olamıyordum bir türlü. Her ne hikmetse para kaynaklarını kendime yöneltemiyordum. Bunun için gerekli araçlardan yoksun muydum? Zengin olamamaya programlanmış bir beynin sahibiydim de o yüzden miydi? Zengin olmak için uşaklaşmak mı gerekiyordu? Efendi gibi zengin olmanın bir yolu yok muydu? Vardı da benim kafam mı basmıyordu? Bilemiyordum. Tek bildiğim her geçen gün ruhen ve bedenen batıyordum. Battıkça çırpınıyor batığımı derinleştiriyordum.

     Etraf başarı hikayelerinden geçilmiyordu. İğne atsan yere düşmez bir haldeydi. Neredeyse herkes o biçimdi. Sadece ben ve benim türümden çok az miktarda kişi bu durumdaydı.Gerizekalılar bile halime acıyordu. İdiyotlardan medet umar hale gelmiştim. Dünya iğrençti. Her yeri pislik götürüyordu. Bu kadar çok pislikle uzlaşamıyordum. Ruhum bunu kabullenmek istemiyordum. Dünyaya bakan gözlerim artık yorulmuştu. İyi bir tatile ihtiyacım vardı.Mutluluk hapı bağımlılarından uzman desteği tavsiyesi alıyordum. Uzmanlar benim gibiler için pek hoş şeyler söylemiyordu. Yine de kibarlığımı ve sessizliğimi muhafaza ediyordum. Bu da bir şeydi belki de ve ben farkında değildim. Yaşadığım evin bahçesine koloni kurmuş karıncaların yaşamları bile değiştirmeye yetmiyordu hayata karşı büyüttüğüm bu pesimist filizleri. Ağır bir melankoli derinden derine ruhumu sarıyordu. Uzaklardan bir motor sesi zihnime ulaşıyordu. Ve ben o motorun sesinin zihnime ulaştığı anda ki mesafesinden daha uzaklarda bir yerlerde olduğunu biliyordum. Hareketlerde ki senkron bozukluğu her nekadar ihmal edilebilir boyutlarda olsa da yine de biliyordum işte? Şu an algıladığım şey aslında bir kaç salise önce olan şeydi. Gidecek başka bir gezegen yoktu. Gururum incindi. Boyun eğmeyi sevmiyordum.

       Zamanla zamanımın tükeneceği fikri vardı birde. Zamanla zamanım ne zaman tükenecek acep?

YÜZDE ELLİ

 

  1 milyon 250 bin kişi...Korkunç bir sayı bu.Bu sayıyı korkunç yapan şey bu kadar insanın böyle bir konuda gönüllü olmaya ikna olmuş olması.Hangi konuda mı? Ak Parti'nin seçim çalışmalarında hiç bir ücret almaksızın ,gönüllü olarak çalışmak konusunda.

    Bu 1,25 milyon insanın yarıdan fazlası kadın,ve büyük bir çoğunluğu otuz yaş altı imiş. Bu şahıslar ev ev,kapı kapı dolaşıp Ak Parti'ye oy istemişler. Ak Parti'nin sekiz yıllık dönemde ki icraatlarını anlatmışlar. Gelecek dört yılda ulaşmayı planladığı hedefleri de.

     2023 vizyonundan sözetmişler.Çılgın projeler , dev şehir hastaneleri, yerli otomobil, savunma sanayii  vs bir sürü başlık. Üstelik teknolojiden ve zengin bir iktidar partisi olmanın geniş olanaklarından da yararlanmışlar. Ve Ak Parti yüzde 50'yi nasıl çıkardı sandıktan?İşte böyle çıkardı.

    Bu argüman önemlidir.Bir gönüllüler ordusu bir parti için ,hele hele bir iktidar partisi için muhteşem avantajlar sağlayabilir. Ama yaklaşım da oldukça önemlidir. Bu gönüllü kalabalık gönüllü olduk ,tamam deyip işe başlamamışlar. Önce belirli bir süre "temel halkla ilişkiler" eğitimi almışlar.Sonra planlama departmanı devreye gitmiş.1,25 milyon bedava insanın ne tarz bir çalışma yapacağının programı en ince detaylara kadar belirlenmiş.Gidilecek evler,konuşulacak kişiler tek tek belirlenmiş ve sonra da oy operasyonları için düğmeye basılmış.

    Kulağa çok hoş geliyor değil mi? Ama sadece kulağa hoş geliyor. Kabaca dışarıdan baktığınızda bunda sempatik bir yan buluyorsunuz. İçine girince, derinine inince elbette başka başka sorunlar gündeme geliyor.

    Doğrusunu söylemek gerekirse hayatımda hiç bir siyasi parti mitingine katılmış değilim. Hiç bir siyasi oluşum içimde bir parça bile olsa bir sempati uyandırmamıştır.Atatürk devrimleri bile benim için bir vızırtıdan ibarettir. Bu insanların,bu kafa yapısının bizi mutluluğa eristireceği inancı maalesef bende hiç oluşamamıştır.Bu sadece iktidar partisi için değil diğer partiler,siyasetçiler,bürokratlar ,teknotratlar vs tamamı için geçerlidir.Ama en çokta anlamadığım şey pastadan çok küçük dilimler alabilecek sıradan insanların bu kadar, kendilerini siyasete bir malzeme gibi sunmalarıdır.  On binlerce insan, o kavurucu yaz sıcağında ,kendini lider sanan bir cahilin, saatlerce ,bir ceviz kabuğunu doldurmayacak ,değersiz,anlamsız,yararsız sözlerini dinlemek için niye miting alanına gider?Ne anlar bundan? O miting alnında saatlerce beklemenin karşılığı nedir? Oraya onları gönderen nedir?

     Aslında yapmaya çalıştığım şey o insanları hor görmek,küçümsemek, aşağılamak ya da bu tercihlerini aptalca bulmak falan değil. Herkes dilediğini yapmakta özgürdür. Özgürlüğünüzün sınırlarını zaten birileri belirlemiştir.Dilesenizde o sınırı aşamazsınız. Aşarsanız başınıza bi şeyler gelir.

      Anlamak istiyorum, niye?

      Anlayabilir miyim? Galiba bu kafa yapısıyla hiç bir zaman...Yine de üzerine düşünmekten kendimi alamıyorum. Böyle bir yığınla çevrili durumdayım.Ve ister istemez etkileniyorum. Bilinç altımı karıştırıyorlar, davranışlarıma tesir ediyorlar ve ben sanki bu insanları anlarsam , bu davranış kalıplarından kendimi daha kolay uzak tutabilirim.

17 Haziran 2011 Cuma

ANNECİĞİM!!!


    Evden çıkarken oldukça gergindim.Annem gerginliğimin farkına varmış olsa gerek ki bir süre bakışlarını üzerimden alamadı. Arabaya bineceğimiz esnada da dayanamayıp sordu:

   "Noluyor ,kuzum?Ne bu surat sabah sabah."

    Haklıydı aslında.Normalde bu surata ne gerek vardı. Altı üstü  iğne yaptırıp dönecektik ,üstelik iğneyi yaptıracak olan ben değildim, annemdi.

    "Hastane yüzünden " dedim. "Bir iğne yaptırmak için bile tek seçeneğimiz var burada. Bir tek hastane var. Ve ben o hastaneden hoşlanmıyorum."

    Arabayı hareket ettirirken anneme takıldı gözüm. Gülümsüyordu ama gülümsemesinde tuhaf bir küçümseme vardı.

     "Peki ya o da olmasaydı. Bunu hiç düşündün mü? Burası küçük bir ilçe sonuçta ve hastahanenin de bir şeyi yok, ihtiyacımızı karşılıyor."

      "Haklı olabilirsin" dedim. "Ben hastahaneden değil küçük yerlerde yaşamaktan hoşlan mıyorum."

       Ve annem meşhur bilgeliğini konuşturup hastahaneye kadar bana nasihat etti.Onu dinlemek bir zevkti. Moralim düzelmişti. İhtiyacım olan tam olarak o sözlerdi. Ve annem ,her nasılsa bunu oldukça başarılı bir biçimde gerçekleştiriyordu.

        Ah,anneciğim ah!Bilsen seni ne kadar çok seviyorum ve senin olmadığın bir dünya hayal edemiyorum.

       
   
   

13 Haziran 2011 Pazartesi

KÜÇÜK BEDELLER

Tanrıya şükür,dünya varmış...

      Bakınca ne görüyorum dünyaya. Şimdi,şu anda. Tam olarak 21 inch'lik 2011 model bir laptop ekranı. Bunun anlamı nedir? Sanırım biraz yetenekliyim, klavyeye bakmadan aklımdan geçenleri dijital sayfaya aktarabiliyorum.And question two: Fiziksel olarak bedenimde bir acı hissediyor muyum? Yaklaşık on dk öncesine kadar evet idi bu sorunun cevabı;ama on dakikadır tam olarak fiziksel hiç bir acı duymuyorum.Bu iyi haber. Ve soru üç: Şimdi,şu anda bir sıkıntım var mı?Sanırım evet. Küçükte olsa bir sıkıntım var. Üzerinde oturduğum plastik sandalyede sağ bacağımı sol bacağımın üstüne laptopumu da üstte ki bacağımın üstüne koymuş vaziyetteyken ancak yaşayabileceğim küçük bir sıkıntı: Laptopu dengede tutmak. Sağ kolumun dirseğinin yuvarlak ve üzerinde muşambadan yapılma ,gül desenli bir örtü bulunan masaya yaslı bulunması denge meselesini kolaylaştırıyor ve bu da elbette sıkıntımı küçültüyor. Bunun için yemek masasına ,ya da bu masayı buraya koyana, ya da üretene ya da masa kavramını icat edene şükran borçlu olmalı mıyım? Bilemiyorum. i have no idea!!! Sorunsuzluk. This is great. Tadını çıkarmalıyım sanırım. Ne de olsa şu an dünya da hiç bir sıkıntısı olmayan ender insanlardan biriyim. Ohh, shet! Hep böyle olur zaten. Ne zaman mutlu olduğumu düşünsem garip bir sıkıntı beni bulur ve mutluluğumu bölmesini bilir. Evet. Maalesef şu an büyük bir sıkıntım var. Ve sıkıntım her geçen an büyümeye çalışıyor. Büyümesine izin vermek istemiyorum ama bu boktan yazıyı sürdürmek istiyorum. Ne zaman biteceği belli olmayan,sonuna kimsenin değil ,paşa gönlümün karar vereceği bir yazı beni kangren yapabilir. Bu büyük bir tehlike. Bunu göze almayacağımı biliyorum çünkü bu yazı işe yaramaz yazının teki ve saçmalıklarla dolu. Belki de bunun nedeni çevremde ki saçmalıkların bilincim üzerinde ki etkileridir. Sanırım yazıyı bir an önce bitirip laptopu yere koysam ve bu büyük sıkıntıya bir son versem iyi olacak çünkü laptopun altında ki sağ bacağım çoktan karıncalanmaya başladı bile. Uyuşmanın giderek arttığı ve kendisini güçlü bir biçimde hissettirmeye başlayacağı acılı bir evreye doğru ilerliyor. Ama bir yandan da yazma isteğim dayanılmaz boyutlarda. Napsam acep?Laptopu masanın üzerine alıp yazıya orada devam etmek gibi pratik bir düşünce de aklımdan geçmiyor değil. Üç saniye düşünmeliyim "bakalım canım bunu yapmak istiyor mu?" Cık...Maalesef.Canım bu şekilde yazmaya devam etmek istiyor. Neden canımızın istediğiyle dış dünyanın gerekleri birbiriyle bu kadar çelişik acaba? Hem de bu kadar basit isteklerimiz karşısında bile. Hayat niye şu anda bu isteğimin önüne bacağımın uyuşmasını koyuyor. Yazı yazma isteğimin bir bedeli mi bu ve her şeyin bir bedeli olmak zorunda mı?Kan yolumu rahatlatmam lazım belli ki hücrelerimin oksijen konusunda aceleleri var. Yazıyı bitirsem iyi olacak. Zaten saçma,işe yaramaz bi yazı oldu. Ve bacağımın daha fazla sızlamasına değmez...

11 Haziran 2011 Cumartesi

SEÇİM Mİ DEDİNİZ?PARDON!NE SEÇİYORUZ?

Hepiniz aynısınız.Birbirinizden tek bir farkınız var oda adlarınız...


     İnsanları bir çok noktada anlamak çok güç. Özellikle siyasi faaliyetlerin odağında bulunanları.Bunlar arasında da en çok siyasete malzeme olan sıradan insanları.Çok merak ediyorum, Türkiye ölçeğinde belirli siyasi partilerin ve siyasi liderlerin etrafında kümelenen kitleler gerçekten bu zavallıların kendilerine mutluluk getirebileceği inancı içerisindeler mi? Ya da aslında gönül verdiklerini düşündükleri siyasi oluşumların ve liderlerin ellerinde  sadece basit birer malzeme olduklarını anlamak çok mu güç?

    Seçim arefesinde olmamız nedeniyle siyasi arenayı ülkemde ki pek çok birey gibi ben de ibretle,endişeyle iziliyorum.Özellikle liderlerin ekranlara ,meydanlara ve basına verdikleri mülakatları kaçırmamaya özen gösteriyorum.Bunun yanında gazeteci,aydın,akademisyen tayfasının da yazıp çizdiklerini takip ediyorum. Bir de buna ek olarak çevremde ki insanlarla bu konular hakkında konuşarak yaşadığım bölgede ulaşabildiğim insanların düşüncelerini öğreniyorum. Elde ettiğim neticeler benim için sürpriz olmasa da hiç iç açıcı ,umut vadedici neticeler değil. İnsanları aslında ayıran sadece destekledikleri  partiler gibi görünüyor. Pençesine düştükleri zihniyet ise neredeyse tümüyle aynı. Herkes kendi tuttuğu partiye karşı olağanüstü övgüler düzerken başkalarının kine de olağanüstü bir negatif reaksiyon göstermekte. Aslında herkese göre sorun aynı: Kendi tuttukları partinin iktidar olmaması. İktidar partisinin yandaşları da partilerini,liderlerini pir-ü pak görüyorlar. Onlara göre liderleri sütten çıkmış ak kaşık. Bir tarafta mensubu oldukları parti bir iktidar olsa her şeyin değişeceğine inananlar diğer tarafta mensubu oldukları iktidar partisinin ülkeyi güllük gülistan ettiği. Gerçekse bu iki birbirine çok benzer zihniyetin inandığı şeyin çok uzağında. Ülke bu gün güllük gülistanlık değil. İktidar partisi sorunları çözemedi ,bunu hepimiz biliyoruz . Muhalefette ki partilerin ve liderlerinin hiç birinin de bu ülkede ki sorunları çözebilecek kabiliyete,liyakate,bilgiye ,dünya görüşüne,düşünce yapısına ve vizyona sahip olmadıkalrını biliyoruz. Ki bunlar arasında bazıları akl-ı acziyette bizi oldukça şaşırtan cümleler kuruyorlar:"Sözlerimi iktidar olduğum ilk dört ay içinde gerçekleştiremezsem istifa edeceğim.."Böyle bir ortamda yarın bu ülke de yaşayan insanların yarısı sandık başına gidip oy kullanacaklar. Ve ben merak ediyorum ,yarın ki seçim bizim hayatımızda ne değiştirecek?

      En büyük sorunumuz sorgulamamak.Yeterince derin düşünmemek. Birazcık sağduyulu ve akıllı bir biçimde düşünebilsek inanıyorum ki yarın bu ülke de hiç bir yurttaş sandığa gidip oy kullanmaya zahmet bile etmez. Çözümün bu olduğuna inandığımdan da söylemiyorum bunu ama akıl ve mantık süzgecinden geçirdiğim her politik şahsiyet bana oy kullanmaya değer gibi gelmiyor.

8 Haziran 2011 Çarşamba

HAYAT



     Hayat benim için anlamsızdı.Dipsiz bir kuyunun içinde kaybolmuş gibiydim.Her şey saçma ve gereksizdi.İnsanlar ölüme rağmen mutluydular ve sanırım hepsi delirmişti.Gerçek buydu.Tanrıya inanıyorlar ve her yerde ondan bahsediyorlardı.Tanrının kurallarından ve o kurallara uymayanların hazin sonundan.Bu gerçekti.Mantık doğruydu.Tüm sorgulamalarım tanrıyı işaret ediyordu.Tanrı çıldıranlardan hoşlanmıyordu ve onlar için acı,çok acı bir azap hazırlamıştı.Düşündüğümde azabın acısının boyutlarını hayal bile edemiyordum.Tüm bu evreni,yaratılması imkansız bütün bu her şeyi yaratan ,buna gücü yeten,bu kadar büyük bir kudret sahibi bir varlığın kudret elinden çıkacak bir azabın şiddeti ??? Cehennem bir azap yurduydu,sıradan bir ateş değildi. İnsanı,hayvanı,bitkiyi ve evreni yaratmış bir varlığın hazırladığı azap yurdu.

     Üstelik hiç kimsenin yeri garanti değildi.Cennetle müjdelenmiş elçileri bile yaşarken çok dikkatliydi.

      Ama bir şey vardı.Yolunda gitmeyen,olmaması gereken ya da bunu bir puzzleye benzetirsek bir parça,kocaman bir parça eksikti. Bu kadar insan ona inanıyor,ondan korkuyor,azabı biliyor,günahları biliyor ve tanrı hep iyilikleri istiyorken ,bu soktuğumun dünyası niye bu kadar pislik içinde ve berbat bir yerdi.Tanrı insan öldürmeyi yasaklamıştı ama dünya bir insan mezbuhanesini andırıyordu.Tanrı zinayı yasaklamıştı ama Aids gibi bir mikrop hızla yayılıyordu.Tanrı hırsızlığı,yalanı,riyayı vs vs yasaklamıştı. Bu kafar çok insan tanrıya inanıyordu ,ondan korkuyordu ama bir sorun vardı.Bir sorun.

       Sorunla uğraşmayı bir kenara bıraktım önce.Eğer dünyaya kendi seçimim dışında gelmişsem ,ki dünyaya gelişim konusunda bir şikayetim yok, ve tanrı bana kulluk misyonunu yüklemişse yapmam gereken en akıllı şey kendimi düşünmek ve kulluk görevini en iyi biçimde yaşamak...Böyle düşündüm.Böyle davranmaya çalıştım.Günahlardan uzak durmaya çalıştım ve çok zorlandım. Tanrının buyrularını bir bir uygulamaya çalıştım kendi hayatımda ama istikrarlı olamadım. Bir gün dua ettim ,ertesi gün bıraktım.

       Çok garipti bu yer.Sorun vardı.Sorunun ne olduğunu bulamıyordum.Gerçeğimi arıyordum ve benim gerçeğim bir sorundu. Kaynağı neredeydi. Bütün düşünce sistemlerini üstünkörü araştırdım.Hepsi bana gerçek içinde dediler.İçime yöneldim güçlükçe.İçimde müthiş bir karmaşa vardı. O kadar ki başım döndü,midem bulandı ve kustum.Ama tanrım!Nasıl bir iç dünya bu.Bütün bunları ben mi yerleştirdim oraya.Hiç bi şey hissetmedim oysa.Sanki içime bir hırsız girmişti.Garip olan bu hırsızın bir şey çalmamış olmasıydı.Ama o kadar garip ve utanç verici şeyler yerleştirmişti ki.O hırsızın ben miydim? Bu ihtimali düşünmek şekerimi düşürüyordu.Durmadan yer ,içer hale gelmiştim.Mutfakla tuvalet arasında bir taşıyıcı gibiydim.İyiliklerin hiç biri bana çekici gelmiyordu. Çalışmayı sevmiyordum.Aylak biriydim.Sürekli geziyordum. Bir işim ,bir evim,arabam yoktu.Bolca çene ve içimde büyüyen bilmediğim şeyler vardı.

       Saldım.Bıraktım.Aktı hayat.Artık toparlanamayacak gibi görünüyordu.

       Ne kötü.Ben öleceğim.Herkes ölecek.Belki de cehenneme gideceğim.Oysa ne kadar duyarsızım.Başkalarını suçluyorum. Ama gerçekten onlar mı suçlu yoksa ben mi?

       Çözemedim...

7 Haziran 2011 Salı

FOREVER



   Bekleme salonuna geldiği ana kadar kalbi hızla çarpmayı sürdürmüştü.Bir ay sonra onu ilk kez görecekti.İçinde bulunduğu odanın ürkütücü bir sadeliğe sahip olduğunu fark etti.Dört duvar,bir ahşap kapı,bir masa ve iki sandalye ;onlarda ahşaptan. Keşke bir pencere olsaydı diye geçirdi içinden.Dışarıyı izleyerek zamanı hızlandırabilirdi. Zihninde bir kaç gündür hep aynı soru geziniyordu."Nasıl bulacağım onu?Her zaman ki gibi güçlü mü? "Kendini sakinleştirmeye çalıştı.Onu üzebilecek her türlü davranıştan kaçınmalıydı.Güçlü görünmeliydi.Onun buna şiddetle ihtiyacı olabilirdi.Ağlamayacaktı ne olursa olsun ve gülümseyecekti.Ayrıca ondan güçlü olmasını,sakin olmasını,sağlıklı düşünmesini,kendisine iyi bakmasını,insanlara dikkat etmesini vs istemeyecekti.İlk kez ondan kadınsı merhametini esirgemesi inancı filizlendi içinde ve bu duygu ,ruhunun bütününde derin acılara neden oluyordu. Ondan merhametini esirgemek zorunda olmak...Yapabileceği daha fazla şey yoktu.Ona eskiden olduğu gibi küçük bir çocuk olarak değil güçlü bir erkek olarak muamele etmeliydi.Onun burada ihtiyaç duyacağı tek şey oydu.Güçlü bir erkek olmak.

     Koridorda ki ayak seslerine kulak kesildi.Uzaktaydılar ve hızla yaklaşıyorlardı.Birazdan kapı açılacak ve o içeriye girecekti. Sarılacaklardı. Bir ay sonra ilk kez kokusunu duyacaktı.Yüzüyle,mimikleriyle,yumuşacık gülümsemesiyle.Görüşme boyunca ellerini hiç bırakmayacaktı.Gözlerini gözlerinden ayırmayacaktı.Gülümseyecekti.Bu durumun onda zerre kadar rahatsızlık uyandırmadığını ona gösterecekti.Ki gerçekten de gurur duyuyordu onunla.Sonra da kendilerine tanınan tüm zamanı konuşarak geçireceklerdi.Nasıl başlayacaktı sohbet?Neler konuşacaklardı?

      Yaklaşan adımlar kavuşma zamanının geldiğine işaret ediyordu.Ayağa kalktı.Çantasını masaya bıraktı.Kapıya doğru bir kaç adım attı ve pür dikkat kapının açılacağı anı beklemeye başladı.Sürpriz bir koşu yapacak ve aniden boynuna sarılacaktı.İçinde taşımakta zorlandığı özlem ve diğer bir sürü karmaşık duygu ona bunu yapmasını emrediyordu.İtaat edecekti.

      Adımlar iyice yaklaştı.Kapıya doğru bir adım daha attı.Pozisyonunu tam olarak zihninde tasarladıklarına göre ayarladı.

      Tak tak tak tak tak...

       Kapı açılmadı.Adımlar yaklaştıkları gibi geçip gitti kapının önünden.Bütün kurgu bir anda çöktü.Ne yapacağını bilemedi.Utandı ve gözlerini odanın içinde gezdirmeye başladı.Kendisini boylu boyunca gözleyen kameranın varlığını fark etti. Utancı büsbütün arttı. Bir kaç adım attı ve sandalyeye yığıldı. Ağlıyordu. Ne zordu.Zorluğunun başkalarınca izlendiği hissi daha da zordu. İçinde yeni bir umut belirmeye başladı. Yine bir adım yaklaşıyordu uzaktan.Ayağa kalkacak takati bulamadığı için midir bilinmez gözlerinde ki yaşlara engel olamıyordu. Olan olacaktı. Böyle karşılayacaktı onu.Ağlayarak.Aldırmadı.Belki de olması gereken buydu.Kapı açıldığında ise şaşkınlığı büsbütün arttı.İçeriye giren o değildi. Siyah üniforması ve upuzun boyuyla içeriye yakın bir mevkide görev yaptığı anlaşılan memurdu. Memur bey diğer sandalyeye otururken yüzünde ağlamaklı bir gülümseme belirdi.Kendisini bıraktı. Artık anlamaya çalışacaktı. Ne oluyordu?

       __Olan şu ki Bayan Hamilton ,eşiniz görüşmeye gelmeyi reddediyor.Bunun yerine size bu mektubu iletmemi istedi.Boşuna bir daha zahmet etmemenizi de özellikle önerdi. Size en son söylediği şeyleri düşündüğünüzü umuyor.

           Bir süre daha masaya keskin keskin bakmayı sürdürdü.Sonra sanki göz kasları yorulmuşta hareket etmekte güçlük çekiyormuş gibi yavaşça gözlerini görevli memurun yüzüne istifledi.Kendisine uzatılan zarfı aldı.Zarfı açarken memura "sizden bir rica da bulunabilir miyim?" "Bende size bir not bıraksam iletebilir misiniz ona?"

         __Aslında bu söylediğiniz yasalara uygun değil Bayan Hamilton.Ama söylediğinizi yapacağım.Çünkü eşinizin iyi biri olduğuna ve aslında yerinin burası olmaması gerektiğini düşünüyorum.

          Teşekkür etti fısıltıyla karışık ,belli belirsiz bir sesle.Zarftan çıkardığı kağıdı sessizce okumaya başladı.Bu onun yazısıydı.Her bir söz farklı bir acıya rehberlik ediyordu.Her harfine kadar buz gibi soğuktu bir de.

          "Umarım sana son söylediklerimi yeterince düşünmüş ve yerine getirmen gerektiğinden emin olmuşsundur. Buradan ayrıldıktan sonra hiç vakit geçirmeden bir avukata git ve boşanma için gerekli işlemleri başlatmasını söyle.Bu söylediğimi yapmazsan bunun için gerekli zaman dolunca buradan ben başlatacağım.Bundan emin ol.Artık benimle işin bitti.Sen hayatına devam edeceksin.Buradan bir çıkışım olamayacağına göre beni beklemek isteğinin de bir önemi yok.Üst üste üç müebbet verdiklerini o gün mahkeme de kendi kulaklarınla duydun.Olanlardan kendini suçlamayı da bırak. Bu gün olsa yine aynı şeyi yaparım. O adamlar kendi seçimlerini yaptılar. Benim en değerlime ,sana, dokunmaya kalktılar.Bunun bir telafisinin olamayacağını da biliyorlardı. Cehennemi boylamayı hakettiler.Cezalarını da buldular.Tanrıya şükür ki,tanrı cezalarını benim elimden verdi. Sana dokunacak olanın sonu budur benim gözümde ,ki bu bütün dünya bile olsa. Bizim hayatımız bu dünya da bitti. Beni bilirsin!Senin için yapamayacağım şey yok. Sana dokunanları öldürdüğüm gibi kendime de yapabilirim bunu.Lütfen beni buna mecbur etme. Sonsuza kadar cehennemi yaşamayı istemiyorum.Seninle sonsuz yaşamda kavuşmayı hayal ediyorum.Bu hayal beni burada ölene kadar yaşatacak.Senin iyi olduğunu bilmeliyim.Bunun içinde sen bunu yapmalısın."


                                                                                                       ARTHUR HAMMİLTON

           Hayır der gibi başını salladı.Mektup baştan aşağıya acı doluydu şüphesiz. Bu satırları yazmakta ne kadar güçlük çekildiğini görebiliyordu.Çantasından kalemini çıkardı ve kalbindekileri olduğu gibi satırlara akıtmaya başladı.

           "Arthur! Hayatımın en önemli sözünü sana verdim.Neden ne olursa olsun sonsuza kadar seninle olacağımı bütün kalbimle sana ifade ettim.Bu sözümden asla vazgeçmeyeceğim.Beni düşündüğünü biliyorum.Beni sevdiğini ve bu satırların anlamının aslında bu olduğunu.Senin orada olman benim için hiç bir şeyi değiştirmedi Arthur.Değişen hiç bir şey yok buna inan.Ve umudunu da yitirme.Umut iyi bir şeydir.Benim umudum senle doğdu.Sen varolduğun sürece de tükenmeyecek.Sonsuza kadar sürecek.Bir şey değişmedi ve değişmeyecek.Söylediğin şeye gelince böyle bir şey olmayacak.Sensiz buralarda kalacağımı düşünüyorsan bunu düşünme çünkü kalmayacağım.Senin gittiğin haberini alır almaz bende yanına geleceğim.Niyetin ikimizi de öldürmek ve cehennem de birlikte yanmaksa inan bana benim için bu da fark etmez. Bir zaman bana "benimle gelir misin" diye sormuştun ve ben de sana "neresi olursa" demiştim. Cehennem olması bir şey değiştirmez Arthur.Seninle cehenneme de gelirim.Ve eğer sen gidersen geleceğim.Seni seviyorum. Seveceğim de.Sen istesen de bundan vazgeçmeyeceğim."
                                                                                             TRACY HAMİLTON

6 Haziran 2011 Pazartesi

LEONLAR DA AĞLAR!!!

 

           Leon iri,mavi gözlerine baktı Mathilda'nın.Kendisine karşı duyulan büyük bir saygı ve hayranlık vardı o gözlerde ;ama aşk yoktu.Mathilda'nın kendisi için imkansızlığını dibine kadar biliyordu,gerçeği öğrenmek istiyordu.Mathilda'nın küçük yüreğinden doğup kendi gözlerine dökülen çağlayanın içinde ki saf gerçeği ve bu gerçeğin gerçekten aşk olup olmadığını.

           Mathilda!Mathilda!Mathilda!

           Biliyor musun, sana o gün kapıyı açtığım için hiç pişman değilim. Bunu sana acıdığım ya da hayatını kurtarmak istediğim için yapmadım. Aileni öldüren o pisliklerin seni de öldürmesi benim için sorun değildi. Sen gelmeden önce o adamların yaptıklarını izledim kapının deliğinden. Dört yaşında ki kardeşin XXX'in çığlıklarını dinledim ölmeden hemen önce. Üstelik o an ailene yardım edebilecek bu şehirde ki en iyi adam bendim,bunu biliyorsun. Hiç birinin ölmemesini sağlayabilir ,katliamı bir kaç dakika içerisinde durdurabilirdim.Bu benim için zor değildiKılımı bile kıpırdatmadım.Neden yapmadım?

         Ağlama sırası şimdi Leon'daydı. O artık yeni biriydi.Baştan aşağıya kendisine hayran olan ve şu hayatta bir tek canlının bile saygı duyamayacağı,değer veremeyeceği hantal ruhuna safça duygularla tutulmuş güzel yüzlü Mathilda'yla vakit geçirmişti. Hıçkırığını bastırmaya uğraşırken konuştu:

        Şimdi olsa gözümü bile kırpmadan öldürürdüm,kardeşini ve aileni yok eden aşağılık herifleri. Neden şimdi? O günden bu güne ne değişti dersin Mathilda? Sence O günden bu güne ne değişti ve ben aileni kurtarmadığım için pişmanlık duyuyorum? Neyin değiştiğini biliyorsun Mathilda ,çünkü sen de oradaydın ve beni sürekli gözlüyordun.

       Sen her şeyi değiştirdin,Mathilda!

       Hani bana bir soru sormuştun.O zaman henüz ailen hayattaydı. Hatırlıyor musun? "Hayat her zaman mı çok zor,yoksa sadece çocukken mi böyle?"Fikrimi değiştirdim Mathilda!Hayat çocukken zor değil. Bana söylediklerini söyleyebileceğin zamanlarda hayat zor değil Mathilda!Benim sana söyleyeceklerimi söyleyeceğin zamanlarda zor.

     Sana karşı ne hissettiğimi bilmiyorum Mathilda! Ama sen benim hayatımı değiştirdin. Kırk yılda onca zorluğun,acının,aşağılanmanın yapamadığını sen yaptın.Üstelik bunu acıyla,sancıyla değil, büyük bir iyilik,saflık ve huzurla yaptın. Huzurun ne olduğunu gözlerimle gösterdin bana Matilda.Sen benim için hiç bilemeyeceğim,anlayamayacağım, kırk yılı aşkın yaşanmışlığımın,tüm algılarımın çok daha ötesinde anlamlar ifade ediyorsun. Ve Mathilda...

      Leon hıçkırdı.Bundan utanmıyordu çünkü hıçkırmasını anlayabilecek yegane insanın karşısında duruyordu şu an. Avucunun en yumuşak içiyle Mathilda'nın çenesini kavradı ve yüzünü kendisine doğru yaklaştırdı.Bakışları tam da olması gereken yerdeydi.Mathilda'nın masmavi göz bebeklerinin içi.Keşke şimdi susabilse ve sözü gözlerine bırakabilseydi. Söylemeye mahkum olduğu ve söyleyerek içinde ki tüm hayallerin gerçekleşme ihtimalini elinin tersiyle iteceği acı sözleri keşke gözleri ifade etseydi. Ama durduğu yer gözlerin bittiği yerdi.

      Ve Mathilda bu anlamalrın içinde aklına her ne geliyorsa bütün güzel şeyler var. İstisnasız bütün güzel şeyler. Ama sana baştada söylediğim gibi.Olmaz Mathilda. Söylediğin olmaz. Nedenini soracağını biliyorum. Nedenini anlamayacağını da biliyorum.

      Ben doğduğumda sen henüz dünyada değildin.Ben çocuk olduğumda da dünyada değildin. Ben genç olduğumda da. Ben birini sevdiğimde de...Sevdiğimi babası sırf benimle görüştüğü için öldürdüğünde de.Ve sevdiğimi öldüren adamı on dokuzumda öldürdüğümde de.Sonra sırf bu yüzden hayatımın geri kalanını öldürerek yaşamayı seçtiğimde de.Ve biliyor musun ,sen dünyaya gelene kadar bir dünya insanı öldürdüm ben.Ve gerçekte ne istiyorum şu an biliyor musun ?Mathilda.Düşünebiliyor musun? Ben artık öldürmek istemiyorum. Ama öldürmeye mecburum,ama öldürmek istemiyorum.Bunu kim yaptı biliyor musun? Sadece sen.

      Leon Mathilda'nın sarılmak için asılan narin kollarına daha fazla engel olmadı. Hantal bedeni ilk kez bu kadar serindi.Altın kızılı saçları okşayan avuçlarda pür-merhamet vardı ve hiç bir ard-duygudan eser yoktu. Ama bitmemişti. Son bir kaç cümle kalmıştı söylenmesi gereken.Bir an önce söylemeliydi.Yoksa geç kalacaktı.Geç kalmaktan nefret ederdi.

      Sen bana aşık olamazsın Mathilda!Sen bana hayranlık duyabilirsin ve saygı besleyebilirsin.Ben de seni sevebilirim.

       Güçlü kollarıyla çözdü boynuna dolanmış kollarını Mathilda'nın. Ayağa kalktı. Paltosuna uzanıp giydi. Duygularından sıyrılıp güçlükle işine döndü.Yüzüne her zaman ki soğukluğu tekrardan yerleştirdi. Kapıya doğru yürüdü. Sonra bir şeyi hatırlamış ya da yapması gereken bir açıklama varmış gibi durakladı ve Mathilda'ya döndü:

       İşe gidiyorum Mathilda.Gelmek isteyeceğini biliyorum ,ama gelmene izin veremem.Bu sefer ki büyük iş.Tek başıma olursam daha kolay hallederim.Ben gelene kadar evden çıkma.Eğer bana bi şey olursa Tonny'ye gidersin.O'na senin için bazı şeyler söyledim ,sana ne yapacağını anlatacaktır.

       Kapıya doğru yürürken ağzından bir kaç kelimenin sesli bir şekilde döküldüğü duyuldu:

       Seni seviyorum Mathilda.Seni çok seviyorum.

       Artık farklı biriydi o. Mathilda'nın kardeşini öldüren pislikleri gebertmeye gidiyordu.O gün yapamadığını bu gün yapacak en azından Mathilda'ya olan borcunun birazını ödeyecekti. Kim bilir?Belki de dönmezdi?Ne gam!Mathilda artık güvendeydi...

5 Haziran 2011 Pazar

ADALET İSTİYORUM



    Nev-i şahsına münhasır bir insan olmayı ne çok isterdim. Ruhen tabi.. Ama aldılar..O isteğimi gerçekleştireceğim araçlarımı ömrümün ilk beş yılında elimden aldılar..Sonra ki zamanlarda da yok ettiler..
Hepsi.Hepsi bunu yaptı.Ailem,toplum,cemaat,devlet,okul vs.

    Yoo yooo, ben bir anarşist değilim,sözlerimden bu anlaşılmasın.Hatta bana göre en saçma ideoloji anarşizmdir. Kastettiğim bu değil..İnsan olmaktan söz ediyorum. İstekleri,tutkuları,hataları,iniş ve çıkışları ile insan.Yani bir makina gibi tıkır tıkır işleyen ya da işlemeyi amaçlayan sistemlerin altında yaşayan değil.Tıpkı insanın ruhu ya da egosu gibi esnek ve sofistike davranabilen bir sistem. Yani ,örneğin daha detaylı tasarlanmış yasalar. En ince detayına kadar insana has yasalar.Yasaları insanlaştırmadığımız sürece insanlar hep bütün düzenlerin altında acı çekmeyi sürdürecekler.

    Mesela ,doğar doğmaz bir bireye nüfus cüzdanı dayatmayan bir devlet. Bireye, kendisini reddetme hakkını tanıyan bir devlet...Sınırları içerisinde kendisini ve kurallarını reddeden bireylerin özgürce yaşayacağı sahalar ,alanlar yaratan bir devlet..Her bireye devlet içinde devlet olabilme imkanını tanıyan devlet...Cezalandırıyorum diye tacizcisini,tecavüzcüsünü,sabi çocukları öldürmekten zevk alan ruhu insan olmaya uzak kimseleri ,zavallı ve hiç bir şeyden habersiz sivilleri öldüren teröristleri,organ tüccarlarını,adam doğrayan mafyaları beslemeyen bir devlet. Aksine onlari s.ktiredebilen bir devlet. Kudretinde öz güveni tam bir devlet.Çok zeki,çok hızlı,gerektiğinde çok sakin ve oturaklı,yetenekli,dahi bir devlet.

    Ben böyle bir devlet hayal ediyorum. Ama biliyorum,bu bir hayal. Bu sistemi sevmemek için illa düşman mı olmak gerekiyor her şeye? Buna gerek var mı? Sistemin dışında bir alan olsa ve dileyen gidebilse...Düşmanlık etmeden...Patlayıcı kullanmadan..Sistemin dışına çıkmakla çekeceği acılara karşılık kimseye acı çektirmeden.

    Ki şu an varolan en gelişmiş sistem bile yeterince ilkel. Devletin fonksiyonlarının gelişmiş olması ve koşulların Ortaçağ'dan daha iyi olması bir şey değiştirmiyor maalesef.Hala kaba saba,hantal,şişman ve medeniyetten uzak devlet tipleri altında dünya.Ve bu kadar cahil devlet örgütlenmelerinin dünyanın tüm ,her yerini parsellemesi hiçte adil değil. Yaşamak için sürekli güce ihtiyacı olan ve bu gücü elde etmek için de kendi içinde zorbaca meşrulaştırdığı güç ve şiddet kullanma mekanizmasını tıpkı doğada ki gibi vahşice kullanan dev bir gorilin ,21.yüzyıl devlet tipinin bütün yerküreyi santim santim parselleyip ,bütün insanlara bunu dayatmasından daha zorbaca ne var ki? Bunun adı isterse demokrasi olsun?

     Dışına çıkılabilecek bir sistem yeterince adildir. İnsanların ben seni reddediyorum ve senin iktidarının şemsiyesi altında yaşamak istemiyorum ve senden gidiyorum diyebildiği bir sistem yeterince adildir.

     Adil bir sistem için daha ne kadar acı çekmemiz gerekecek acaba insanlık olarak?
 

4 Haziran 2011 Cumartesi

on küsür eylül 2004

Konuyla pek bi alakalı oldu ama idare edin lütfen artık:)


    Sevgili Limbolin sormuş,yani mimlemiş, cevaplamak büyük bir onur benim için...

    Tarih on küsür eylül 2004 ve vakit öğleden biraz sonra..Hava hafif güneşli ve ılık.Yağmur yağma ihtimali çok düşük,gökyüzü masmavi. Bir yandan kahvemi yudumluyor ,sigara yasağı gibi bir kavramın henüz piyasaya çıkmamış olmasından, sigaramı nefesliyorum; çok rahat,krem rengi deri   koltuğun üzerinde keyifle oturuyorum  ve üzerinde oturduğum koltuk bir internet kafenin köşesinde. Maillerime bakıyorum. Hepsi saçma sapan...Anlamıyorum niye gönderirler,hiç okumadan sildiğimizi bilmiyolar mı?Tanımadığım kişilerden ve ilgimin olmadığı firmalardan mailler..Sanal reklam furyasının atağa kalktığı zamanlardı o yıllar...

    Yan masada ki arkadaşım Fatih'in dürtmesiyle kopuyorum maillere olan öfkemden ve Fatih benden bir şey istiyor. Bunun üzerine onun masasına geçip yapmakta olduğu sohbeti devralıyorum,o lavabodan dönene kadar. Güya ona iyilik yapıyorum. Ama keşke yapmasaydım bunu.Çünkü bu yazıyı o iyiliğin başlattığı acılar yüzünden yazıyorum. Yani, sevgili Limbolin sormuş:Bir zaman tüneli olsaydı gelmişte ya da gelecekte hangi zamana gitmeyi ve kiminle kim olmayı isterdin? Doğrusu benim geçmişle pek işim yok,tarih okumayı severim,tarihi bilmeyi de ama geçmişe gitmek istemek ya da bunu düşünmek gibi bir derdim olamaz. Ben, eğer bir zaman tüneli olsaydı kesinlikle geleceğe gitmek isterdim.Ama geçmişte yaptığım küçük bir iyilik ve o iyilik yüzünden başlayan hatalar zinciri benim bu isteğimi engelliyor ve eğer bir zaman tüneli olsaydı vicdanım sadece geçmişe gitmeme ve o iyiliği yapmayıp, o iyilikten doğan bütün hataların ,dolayısıyla çekilen bütün acıların düzeltilmesine izin verirdi.

     Gelelim o masum olduğu tartışılır iyiliğe ve iyiliğin yapıldığı güne.Ne olmuştu o gün?Aslında mesele çok komplike falan değil. He şey insanın bilincindedir ya,ama bazen iç güdülerimiz bazen de içinde bulunduğumuz şartlar bilincimizi etkiler. Ve bu etki çoğu zaman zararsızdır fakat bazen bedelleri ağır neticeler doğurabilir.

     Fatih'in koltuğuna oturup ,O'nun yerine ,O'nun sohbetine , kendim olarak değil ,Fatih olarak dahil olmuştum.Bunu Fatih istemişti çünkü bu O'nun için son derece doğal bir şeydi.Çünkü o an sohbet ettiği kişinin kim olduğunun bir önemi yoktu onun için.Amaçları başkaydı ve çok çirkindi.Etrafımda ki erkeklerin hemen hepsinin aklı üreme organlarına bağlıydı. Düşünemiyor,tartamıyor ,içlerinden taşan hayvanca dürtülerin etkileriyle hareket ediyorlar ve etraflarında gördükleri her türden dişiye saldırmak  için can atıyorlardı.

     "Adı Aisha" dedi Fatih."Ankara da yaşıyor. Fırsat bulursan erkek arkadaşı olup olmadığını öğrenmeye çalış.Ben gelene kadar da oyala,mutlaka oyala.."

     "Tamam " der gibi başımı salladım ve oda lavaboya gitti. Aisha'yla yazışmaya başladım.

      "Nerdesin" diye sordu Aisha.

      "Sıhhiye'deyim"

       "Kafede mi?"

        "Evet."

         "Ne tuhaf.Birazdan ben de o tarafa geleceğim."

         "Neden?"

       "Ah bu kahrolası kredi kartıma para yatırmam lazım.Ama artık bi önemi yok.İptal ettireceğim.Çünkü tek şubesi var,O'da Kızılayda.Her ayın bu günü işimi gücümü bırakıp Kızılay'a gelmek zorundayım."

       "Evet.Bence de çekilmez bir durum." dedim.İçimden bi an hangi şubeye geleceğini öğrenmek geçtiyse de bunu soramadım.O da söylemedi.

       "Çıksam iyi olacak.Kapanmadan yetişmeliyim,çok fazla oyalandım buralarda.Bu arada tanıştığımıza memnun oldum.Bir daha karşılaşır mıyız bilinmez."

        "Kader.Dünya küçük.İkimiz de Ankara'dayız.Belki yine karşılaşırız."dedim.

        "Goodbye öyleyse."

         "Çıkmadan bi şeyi sormama izin verin lütfen" dedim.

         "Tabii,lütfen,buyur..."

          "Profilde ki fotoğraf size mi ait?"

         "Yalanlardan nefret ederim. Sanal alemde ki resimlerimin ,sözlerimin bile doğru olmasına özen gösteririm. Nasıl,güzel miyim sizce?"

         "Evet,çook"

         "Teşekkür ederim.Umarım yine görüşürüz.Good bye.."

         Ve çıktı.Bu arada Fatih lavabodan dönmüştü.Sohbetin bittiğini görünce söylenmeye başladı:"Yaa !Sana emanet edende kabahat.Bir pilice bile sahip çıkamıyorsun.Yaa bir piliç bile emanet edilemez sana..." diye yükselen bir ses tonuyla bağırmaya başladı. Ve her cümlesi sinir uçlarıma temas ediyordu.Çenesini kapamalıydım ve bu yumuşak bir şekilde olmayacaktı:"Bana bak Fatih" dedim hışımla."Senin piliçlerin beni hiç ilgilendirmez.Kız işi olduğunu söyleyip ayrıldı.Ne yapabilirdim yani?"

         Ve çenesini kesti.Bilgisayarına döndü, bende hesabı ödemek üzere kasaya doğru ilerlerken arkamdan bağırdı:

         "Nereye gidiyorsun?"

         "İşim var."

         Kafeden çıkıp düşünceli ve dalgın bir ruh haliyle kızılay meydanının başladığı noktaya geldim. Meydan çok geniş ve uzundu.Ayrıca Türkiye'deki tüm bankaların şubesi vardı burada.Aisha bu meydanda ki bir banka şubesine gelecekti. Hangi şubeye gelecekti?Bunu bulmalıydım.Zamanım az da olsa vardı.Hangi şubeye geleceğini çözmeliydim ve bunun için düşünmeye ihtiyacım vardı.

         Hemen yanıbaşımda ki kafeye oturdum.Bir kahve söyledim ve bir sigara yaptım.Kahve ve sigara her zaman düşünme yeteneğim üzerinde artırıcı etki yapmıştır.Kim bilir?Belki de o gün, orada Aisha'yı bulmayı kahve ve sigaraya borçluyumdur:)

        Ve düşünmeye başladım.Kağıt kalem çıkarıp elimde ki verileri yazmaya başladım.Elimde tek sağlam veri "Ankara'da ki tek şubesi Kızılay'da olan banka..."Nasıl bulabilirdim o bankayı?En önemli sorun zamandı.

      Danışmalıydım bunu.Birilerinden yardım almalıydım.Zaman az olduğundan en mantıklısı en yakınımda olan birilerine sormalıydım.Garsonu çağırdım ve sordum:"Ankarada ki tek şubesi Kızılayda olan banka hangisi?"

     Garson tereddütsüz "bilmiyorum" yanıtını verdi."Ama bana sorarsanız bunu bilse bilse yine bir bankacı bilir" diye de ekledi.Haklıydı.Bu küçük detayı düşünememeyi sanırım heyecanıma borçluydum.

     Kafeden çıkıp en yakın banka şubesinin yolunu tuttum.İçerisi hınca hınç doluydu.Güvenlik görevlisi bile çok meşguldü."Evet " dedi içimden bir ses,"aradığın yer burası olabilir,tek şubesi olduğuna göre ,bu yüzden bu kadar dolu".Hemen güvenlik görevlisinin yanına koştum.O hengamede bir fırsatını bulup sorumu sordum."Evet" ti yanıt.Aisha'nın geleceği yer burasıydı.Saat  ikiyi biraz geçiyordu.Bankanın kapanmasına epey vardı.Erken gelmesini umuyordum.Kapının önüne çıkıp bir sigara yaktım.Heyecanlanmıştım.Gelen geçen herkese bakıyor ve gördüğüm tüm yüzleri Aisha'nın profilindeki resimle karşılaştırıyordum.

    Beklemek heyecanımı artırıyordu.Bekledikçe içimden bir ses yükseliyor ve bana şöyle diyordu:"Tanrı aşkınaaa!Napıyorsun burada?Bunu yapacak olamazsın..Bu kadar zavallı olamazsın.Ona ulaşamayacaksın ,hem ulaşsan bile ne söyleyeceksin,ne yapacaksın." "Git burdan.Henüz zamanın varken git.""Bu yaptığın normal değil,bunu sen de biliyorsun."

    Önce içimde ki o sese kulak vermeyi ve oradan uzaklaşmayı düşündüm.Hatta bunu denedim de.Bankanın kapısından bir kaç adım uzaklaşıyor ve sonra sanki çok güçlü bir mıknatıs beni çekiyormuşçasına geri dönüyordum.Bu bir kaç kez tekrarlandı  otomatik olarak.Ve en sonun da ,içimde ki o sese "kapa çeneni" dedim."Benim işlerime burnunu sokma." Ve beklemeyi sürdürdüm.

     Tam kırk beş dk bekledim. Bu aşırı heyecanlı bekleyişin sonunda aradığım yüz hemen çok yakınımdan geçerek içeriye girdi. Çok sade giyinmişti.Koyu tonlar ağırlıklı olmakla beraber yüzü hafif makyajla daha güzelleşmişti.

     Numaratörden sıra aldıktan sonra boş bir koltuğa oturdu.Bende yanında ki koltukları gözlemeye başladım.Boşalır boşalmaz gidip yanına oturacaktım ve bu amaçla ona biraz daha yaklaştım.Çok tuhaftı.Hiç bir şeyin farkında değildi.Yüz ifadelerinden anlayabildiğim kadarıyla huzurluydu da. Elinde tuttuğu sıra numarasının yazılı olduğu kağıt gözüme çarptı.Görünüşe bakılırsa epeyce bir süre için buradaydık.

     Ve saat tam 15:10'du.Yanındaydım.Hemen yanında.Aramızda hiç kimse yoktu.Telefonunu çıkarıp mesaj yazmaya başladı.Kime yazıyordu acaba?Erkek arkadaşı olabilir miydi? O kadar dikkatli ve kurnazca izliyordum ki onu bunun için en iyi kamuflajım önümde açılı duran kitabım olmuştu. "Beyaz Türkler'in Büyük Sırrı:EFENDİ"Bu kitap bu yüzden halen benim için çok özeldir.

     Mesaj yazımı biraz zaman almıştı çünkü yavaş yazıyordu.Belli ki O'nun da mesajlarla çok işi yoktu.Ama olacaktı.Hem de çok işi olacaktı.Ve bunun nedeni hemen yanıbaşındaydı.O bunu bilmiyordu.Yanıbaşında duran tehlikenin hiç farkında bile değildi.O an o kadar çok şey düşünmüştüm ki...Muhteşem bir tuhaflığa,bir insanın kaderinden habersizliğine tanıklık ediyordum.Ve bu ilk kez oluyordu hayatımda.İlk kez hiç tanımadığım ve beni hiç tanımayan biriyle ilgileniyordum.İlk kez bu kadar yakındım böyle birine.İçimde ki ses hafif hafif fısıldıyordu:"Fırsatın varken uzaklaş"Ama kim dinler o yoğun heyecanların gürültüsünde uyaran fısıltıları.Hem ne fark eder!

      Farketmedi.Farkedemezdi.Belki de bu kaderden başkası değildi.Belki de başka bir şeydi.Ama çok tuhaf olduğu kesindi. Sıranın gelmesine çok vardı. Aisha'da sıkılma emareleri başlamıştı. Ben kitaptan gözümü ayırmaz gibi yapıyor ama bütün benliğimle onu gözlemliyordum.Nefes alıp verişini bile dinliyordum. Arada bir dünyalar güzeli gözlerinin kitabımın sayfaları üzerinde gezindiğini fark etmem çok güç olmadı.

     Zaman böylece akıp gitti.Bir türlü tanışmak yönünde bir adım atamadım.Sadece oturup bekledim öylece.Ta ki sıra ona gelinceye kadar.Vezneye doğru hızlı adımlarla ilerlerken bende ardından yürüdüm.Beni farketsin istiyordum.Onunla ilgilendiğimi anlasın...Veznede ki görevliyle kısa bir konuşma yaptıktan sonra bir az kızgın bir biçimde kapıya doğru yöneldi.Bankamatiğin önünde durdu.Anlamıştım ne olduğunu.Kart borcunu bankamatiğe yatırması gerekiyordu.Hemen hızlıca bankamatiğe doğru ilerledim.Ben de sıraya girdim ve hemen ardındaydım. Çok geçmeden sıra tükendi. Kartını bankamatiğe yerleştirdi.Şifresini girdi ve öylece beklemeye başladı. Bir kaç menü dolaştıktan sonra işlemleri iptal edip kartını çıkardı.Belli ki becerememişti.Acaba yardım ister miydi?Sorsamıydım? İyi ki sormamışım.Beklemişim.Bazen bir kaç saniye bile beklemek her şeyi değiştirebilir.Ve o melek yüzünü bana çevirdi.Böyle bir yüz ve bu yüze ait zeytuni karası ,irice iki göz ilk kez yüzümdeydi. Bakışlarım donacaktı sanki.

     "Afedersiniz,eğer siz biliyorsanız bana yardım eder misiniz,kredi kartı borcumu ödememe?"

      Tanrım!O ne sesti.Ruhumun derinliklerinde yankılandı bu sözler. Kalbim hızlanmaya başladı. Nefes almakta güçlük çekiyordum.Ama cevap vermeliydim bir an önce.Güç bela,"evet,elbette" diyebildim.

       Ve işini hallettik birlikte.Bu arada o onlarca kez teşekkür etti.Ben de aynı kez rica ettim.  

       "Siz işinizi halledin" dedi."Benim içeriyle işim henüz bitmedi."

        "Kredi kartınızı iptal mi ettireceksiniz yoksa?" diye sordum.

         Bu arada sıradan çıkmıştık.Bu sorum belli ki onu şaşırtmıştı biraz.Çünkü ona göre bunu bilmeme imkan yoktu.

        "Tahmin yeteneğim biraz güçlüdür de " dedim daha fazla şaşırmasına mahal vermemek için.

         "Bence de " diye cevap verdi.

          "Belki sizinle içeriye gelmeliyim.Orada da yardımıma ihtiyacınız olabilir, ne dersiniz?" Çok cüretkar bir teklifti.Her an kafam çantayı yiyebilirdi.Ama artık dibi bulmuştum.Ve her şeyi göze alabiliyordum o an.

         "Tabi ki,iyi olurdu.Ama bankanın kapanmasına az bir süre kaldı. Ve siz bankamatikte ki işinizi halletmediniz.Bu yüzden yalnız gitsem iyi olacak..."

          Bu cevabı beklemiyordum.Daha soft ve esnek bir yanıttı aklımdan geçen.Bu yanıtın içinde şüpheler,geri çekilmeler,kapı örtmeler mevcuttu.Ve etkili kozlarımı oynamalıydım.Hatta mümkünse "şah" çekmeliydim.

        "Bankamatikte bi işim yoktu" dedim.

        Duraksadı.Yüzünde ki ifade değişmeye başladı.Korkuyla karışık bir tedirginlik yayılmaya başladı yüzünde.Başta gösterdiği nezaket önünde ki en büyük engeldi. Artık çok fazla kabalaşamazdı.Bunun için çok büyük bir neden olmalıydı. Karşısında kini ,yani beni kibarlığına ikna ettiğini görebiliyordu ve belli ki aksini istemiyordu.Ama bunun da bir sınırı olduğunun ben de farkındaydım.Bu oyunu en fazla azıcık kabalaşıncaya kadar sürdürecektim.En küçük bir kabalıktan sonra çekilip gidecektim.Son kertede kararım buydu.

      "Peki,işiniz yoktuysa niye gelip bankamatikte sıraya girdiniz?"

       Çok haklı bir soruydu.

       "Size yardım edebilmek için"

        "Nasıl yani?Yardıma ihtiyacım olacağını nerden bildiniz?

        "Bilmedim.Sadece olabileceğini düşündüm."

         "Aaa..Tahmin yeteneğiniz değil mi?" dedi ve gülümsedi.Bu gülümsemeye çok ihtiyacım vardı o an.Biraz olsun rahatlamıştım.Konuşma istediğim gibi gitmiyordu.Bir direnç sezinliyordum ve direnci bastıracak hiç gücüm yoktu.Pes etmek üzereyken gelen bu gülümseme içimde yeni yeni umutlar filizlendirdi.

       "İsterseniz içeriye girelim"dedim..."Çünkü bankanın kapanmasına çok az süre kaldı"

         Bir tanışmanın anatomisidir bu.Ardından çok mutlu,çok heyecanlı bir zaman dilimi geldi..Çok sürmedi ama.Bütün mutlu zamanlar gibi ömrü kısaydı onunda.Sonra acılar başladı.Üç yıl acı çektik.Durmadan.Birbirimize acılar çektirdik.Ruhumuzu delik deşik ettik.Sanki bunun için girmiştik birbirimizin hayatımıza.Ve bu çok aptalca bir iyilikle başlamıştı.

       Sevgili Mimbolin'in mimine geri dönecek olursam...Şahsen bir zaman tüneli olsaydı benim gideceğim zaman on küsür eylül 2004'tür.Ve yapacağım şey de o aptalca iyiliği yapmamaktır.Bundan tek amacımda onun çektiği acılardır.Benim acılarımında bir önemi yoktur.Çünkü bunu ben hakettim.Onun hayatına girmeyi ben seçtim.Bunda O'nun hiç suçu yoktu.Ben istedim ve oyunu ben kurdum.Ve benimle birlikte onun da acı çekmesi hiç adil değildi.Bu yüzden kendimi pek affetmiyorum.

      Zaten yaşananlardan sonra en çok yaptığım iyiliklere dikkat etmeye başladım.Sanırım bazı iyilikler insanı doğrudan kötülüğe götürüyor...
   

       

          bir zaman tüneli olsaydı geçmişte ya da gelecekte hangi zamana gitmeyi, kiminle, kim olmayı isterbir zaman tüneli olsaydı geçmişte ya da gelecekte hangi zamana gitmeyi, kiminle, kim olmayı isterdiniz?diniz?