Ve Allah (C.C) buyurdu ki:

İMAN EDEREK SALİH AMEL İŞLEYENLERİN HATALARINI AND OLSUN Kİ ÖRTERİZ VE ONLARI YAPTIKLARI AMELLERDEN DAHA GÜZELİ İLE MÜKAFATLANDIRIRIZ. (Ankebut, 7)

GÜNÜN SÖZÜ

İNSANLARA MERHAMET ETMEYENE ALLAH (C.C)MERHAMET ETMEZ...
Hadis-i Şerif

DUR!BURADAN ÖTEDE RİSK VAR!!!

HOŞGELDİN...AMA BURADAN SONRASI SENİN İÇİN HOŞ OLMAYABİLİR...DİKKATLİ OL...
Ben bir miktar suydum,
Yatağımı arıyordum,
Bulacaktım ama;
İzin vermediler,
Kim mi?
Herkes...

26 Ocak 2011 Çarşamba

U





    En büyük ve tek rakibinin havuzlu villalarına saldırdı önce. Sonra kendi üzerine kayıtlı havuzlu villa ortaya çıkınca "kem küm"...

    Türban sorununu biz çözeriz diye bağırdı. Türbanlıları rahibelere benzeten afişleri asan partilisine gerekli cezayı veremedi bile, "bunu yapanın cezasını veririz" cümlesini miting meydanında halka bağıra çağıra açıklamasına rağmen.

    Rakibi Erzurum kış oyunları için yağmayan kara takılmayıp taşıma karla kar platformunu hazır hale getirirken o "kar yağmaması bunların bereketsizliği " dedi.

    PKK 'lılar için genel af tezini ortaya attı ve çok geçmeden kendi içlerinden gelen tepkilere dayanamayıp meseleyi kapattı.

    Kurultaya çarşaf liste ile gidileceğini açıkladı , kurultay günü herkes blok listeyi gördü.

    29 Ekim resepsiyonuna gitmeyeceğiz diye açıklama yapan kurmayını jet yalanladı, 29 Ekim resepsiyonuna katılmadı.

     Eski genel sekreterin açıkladığı "U" dönüşlerinin hesabı bilinmiyor.


    Anlaşılıyor ki, Yerli Gandi siyaset deyince "U"lama anlıyor. Ve açık,bariz,insanların gözüne giren çarklar, dönüşler yapmayı siyaset sanıyor. Bunu hem kendi çevresindekilere karşı hem de rakiplerine karşı uyguluyor.

     Son yaptığı "U"yu anlamanın, sindirmenin ,kabullenmenin hiç bir yolu yok. Günlerce sağda solda, TV'de meydanda , gittiği her yerde dokunulmazlıkları konuştu. Dokunulmazlıkların kaldırılması gerektiğine inanan bir vatandaş olarak O'nun dokunulmazlık çıkışlarını hep takdirle karşılamıştım ben de, başka bir çok yurttaş gibi.Doğrusu bu konuda da bir "U" bekliyordum her an ; ama bu şekilde olacağını aklımın ucundan bile geçiremiyordum. Bu son "U" tam bir yılan dönüşü... Dokunulmazlıkların kaldırılması için bağıran adam şimdi birilerini cezaevinden dokunulmazlık zırhıyla kaçırmayı düşünüyor. Bu nasıl bir aymazlık, anlayamıyorum doğrusu. Bunu sizin telaffuz etmeniz bile sizin ne halt olduğunuzu açıklamaya yeter. İlk olarak Küçük Yalçın'ın bir TV programında ortaya attığı bu plan şimdi O'nun masasında. Ruh hastası Yalçın Küçük'ün açıkladığı plan yani...

     Ve yepyeni bir "U" tarzı daha böylece gün yüzüne çıkmış oldu. Her yerde "dokunulmazlıklar kalksın" diye bağıracaksın , sonra da birilerini, nedeni ne olursa olsun dokunulmazlık zırhıyla içerden çıkarma planları yapacaksın...Ve ahali de bunu görmezden gelecek sandığa gittiğinde...

    Bence birilerinin beyefendiye hatırlatması lazım bazı şeyleri. Demirel'in ununu elediğini ve eleğini astığını ve Demirel tarzı siyasetin artık Türkiye'de kitlesel bir taban bulamayacağını... Hatırlatmak , nasihat etmek fayda eder mi bilinmez, ama bir gerçek var ortada: Böyle giderse iktidar CHP için bir düş olarak kalmaya devam edecek...    

25 Ocak 2011 Salı

MAZİ



   Geçmiş asla geçmişte kalmaz. Özellikle hafıza güçlülüğü yaşayan insanlar için.

   Bir kabus gibi izler insanı. Nerede,nasıl,ne şekilde; mazinin derinliklerine gömülmüş,eskimeye yüz tutmuş anıların canlanıvereceği hiç belli olmaz.

   O anılar aslında her yerdedir. Tüm yaşanmışlıklar,tüm kıpırtılar, duyumsanılmış tüm detaylar...Bir şarkının içinde, bir mekanın çehresinde , yağmurlu bir havanın renginde , bir insanın silüetinde...

    Her an bir anıya gebedir..  Hayat aslında bir anılar yığınından ibarettir...

    Zamanın doğurduğu çirkinlikler bile zamanla bir güzelliğe dönüşüp insanın içini cız ettirebilir. Geçmiş bu bağlamda bir güzellikler abidesi sayılabilir. Onun büyüsü aslında bir daha asla yaşanamayacak olmasından ileri gelir. İnsan bunu bile bile dalar mazinin aydınlık sokaklarına. Ve insan o sokaktan çıkmak istemez, o sokağa bir daha hiç giremeyeceğini bile bile...


     İnsan işte.Karmakarışık. Aciz.


       İnsan...Aslında sadece insan...Başka hiç bir şey...

24 Ocak 2011 Pazartesi

SAÇMALIKLARIMIZ




    Osman Can...Anayasa Mahkemesi eski raportörü...Diyarbakır'da bir panelde konuşmuş...Gazetecilere göre hayli enteresan cümleler kurmuş... Ki bizim medyanın en çok ilgilendiği cümlesi ise " Ankara'da ki geri zekalı efendiler" tümcesinin geçtiği cümle...Yani Ankara'da yaşayan efendilere "geri zekalı" demiş...

    Belli ki saçmalıklar canına tak dedirtmiş Osman Can'ın..Kendisini tutamayıp içindekileri döküvermiş. Bir insan,bir vatandaş olarak gördükleri ona bu sözleri söyletmiş... Çünkü kendisini az biraz tanırım...Kitaplarını,makalelerini okumuşluğum var.Kimseye kolay kolay "geri zekalı" deyiverebilecek ebatta bir insan değil...

   Memleketin dört yanından saçmalık fışkırıyorken birinin bu saçmalıklara isyan etmemesi için öyle , entellektüel, akademisyen, yüksek bürokrat vs olması falan yetmiyor. Üstelik isyan cümlelerinin bir zamanı ya da mekanı olamıyor maalesef... İnsan kalabalık bir dinleyici topluluğunun karşısındayken bile isyanını dillendiriverebiliyor...


     Saçmalıklara gelince...Hangi birini yazalım ki şimdi buraya...Bireysel saçmalıkları mı, toplumsal saçmalıkları mı, topluluksal saçmalıkları mı??? Sabaha kadar yazsak bitiremeyiz... En güzeli "tuzu kurular" gibi davranmak ama "hamurunda olmayınca" da olmuyor ki.. Her şey normal, hayat güzel, ağaçlar, kuşlar, börtü ve böcekler... Bu şarkıyı söyleyecek ses yok bizde... Hoş ,Ahmet Hakan'da öyle diyor ama bizim ki farklı...

     Bir de ; yeni ,güzel bir moda başladı Türkiye'de. Ve başlar başlamaz da abartılmaya, marjinalleştirilmeye başlandı.. Malum,Türkiye kesimlerden meydana gelen bir toplum...Her yasal düzenleme belli bir kesime dokunur, belli bir kesimin işine gelir, belli bir kesim için olsa da olur olmasa da olur... Çünkü Türkiye'de bireyler çok çok azdır. Her kes illa ki bir topluluğa, bir cemaate üyedir ve her kes belli bir kesimin temsilcisidir bu arada...O yüzden genel düzenlemeler her zaman için sorun yaratır..Son zamanlarda "bir kesimin uğradığı haksızlığa, haksızlığa uğramayan diğer kesimler de tepki versin ki , haksızlıkların önüne daha iyi geçilebilsin" mantalitesi gelişmeye başlamıştı. Gayet mantıklı, gayet etkili bir yaklaşımdı. Hemen abartılmaya da başlandı...Mesela, alkollü içki tüketen kesimin keyfini kaçıran düzenlemeler... Efendim, neymiş; alkol kullanma özgürlükleri kısıtlanıyormuş, alkole ulaşımları zorlaştırılıyormuş,bu bir insan hakları ihlali imiş,  içki içenlere karşı bir haksızlıkmış; alkol kullanmayan vatandaşlar da bu haksızlığa tepki göstermek zorundalarmış, yoksa demokrasi ,insan hakları, özgürlüklerden bahseder  iseler ikiyüzlü hale düşerlermiş...Şiz...Bak seennn,uyanıklığın bu kadarına...


     Bir haksızlığa , haksızlığa kim uğrarsa uğrasın hepimiz ,hep birlikte karşı çıkalım. Bizi hiç ilgilendirmese bile...

     Ama abartmayalım... Lütfen...Abartınca bir işlevi kalmıyor çünkü...

22 Ocak 2011 Cumartesi

KARMAŞA




     Zamanla daha iyi anlıyorum,hiç bir şeyin zamanla daha iyi anlaşılmadığını. İnsanın belli bir dönemden sonra içine kapanıp,çevresinden izole olma isteğinin ardında yatan nedeni daha iyi hissedebiliyorum,zamanla. İnsanız işte,insanız...Az anlaşılır ;hatta anlaşılmaz.

    Zaman bir halt olmadığımızı acımasız bir keskinlikle bize dem dem hatırlatırken bize düşen ;yaşlanmaya çalışmak ve bu arada hiç bilinçsiz, acılar biriktirmek. Zihnimize çarpıp geçen sözcükler bilincimizin derinliklerinde başı boş bir şekilde dolaşıp dururken yine de o karmaşanın içinde gündelik hayata devam edip ,hiç bir sorun yokmuş gibi davranmak insanlığımızın bence en anlaşılmaz yanlarından biri. Çevre psikopatlarla ve psikopatlıklarla dolup taşmışken yine de yarın uyanıp , halledilecek işlerimizi düşünebilmek ne acı, ne vahşi ve ne saçma bir durum. Bunca saçmalığın içinde bu tiyatrodan vazgeçememek...Ah, tanrım; ben bu şarkıyı bir yerlerden hatırlıyorum;ama çıkaramıyorum.

    Çocukluk bitti. Ergenlik bitti. Bu gün bitti. Ben bir türlü bitemedim. Tükenmek istiyorum ama artık.Eriyip gitmek istiyorum.Kaybolmak ve tekrar kaybolmak. Bu boşluğun bir şekilde dolması lazım değil mi? Belki de ihtiyacım olan birazcık huzur. Ne mümkün...Aklıma Afganistan geliveriyor. Filistin,Afrika, Yasemin Devrimi...Ve insanlığın kanayan tüm yaraları... İnsan olmam mı gerekiyor bunları içimde hissedebilmem için. Yoksa çıkmalı mıyım bir uçurumun tepesine, kendimi boşluğa bırakmalı mıyım? O zaman gideceğim yer cehennem olur ,değil mi? Korkuyorum o halde...Ama yaşamaya da korkuyorum...Ürkek bir çocuk gibi hissediyorum.Bu dünya insanı öyle hissettiriyor. Belki de , ben hastayımdır ya da aslında hastalık kaplamıştır...

    Karmakarışığım anlaşılan. Çözülmesi na mümkin bir karmaşa bu... Biliyorum ...Bir sihirli deynek yok...Her şeyin bir nedeni olmalı..Ve bazen nedenler bin yıl alabilir bir sonuç vermek için..İşte bundan hoşlanmıyorum. Bir günü bir yarım yıl potansiyelinde geçiremem ki ben...Buna gücüm yetmez ki...Dünya kimse tarafından kurtarılamaz. BEN 10 bir hayal ürünü...Bazı hikayelerde anlatılan kişi ve kurumlar keşke hayal ürünü olmasaydı...

   Sanırım gitsem iyi olacak...

8 Ocak 2011 Cumartesi

MÜNKER VE NEKİR'e HİTABEN



    Nasıl yaşamalı?

   Bu soruyu sorduran "ölüm" dür. Eğer ölüm olmasaydı "nasıl yaşamalıyım " sorusunu sormaya gerek olmazdı. Nasıl yaşarsan yaşa , ölmeyeceksin ya, derdi insan kendi kendine. "Ucunda ölüm yok ya!" deyimi bunun en güzel ifadesidir. Yapacağın şeyin sonunda ölüm yoksa , fazlaca sorgulamana da gerek yok . Ama ölüm varsa? İşte yaşamanın sonunda ölüm var. O yüzden de " nasıl yaşamalıyım " sorgulaması var .

   Kur'anii bir gerçek ölüm. "Küllü nefsin zaigatül mevt" ..."Her nefis ölümü tadacaktır." Hiç bir bilimin karşı çıkamadığı, hiç bir teorinin çürütemediği yegane gerçek "ölüm"...

    Belki de yağmurlu bir günde , bütün vücut fonksiyonları durduktan sonra " kısa bir bilinçsizlik" hali... Etrafında toplanacaklar , belki de yaşamın boyunca görmediğin şefkati tüm o insanlardan göreceğin andır. Herkes üzüntülü olacaktır. Her insan senin cesedin üzerinden kendi hazin sonunu bulacaktır. Sen elin boş, gönlün hüzünlü, düşünceli bir şekilde ,tepkisizce sonuna doğru yürürken ... Kabrine indirilip üzerine topraklar serpilirken içine girdiğin soğuk ve karanlık dünya seni çevrelediğinde ; işte o gerçek : Rabbin kim, peygamberin kim , kitabın ne , dinin ne ..Münker ve nekir seni işte böyle sorgulayacaklar. Ve eğer ki verecek bir cevabın yoksa ,ölme arkadaş ;ölmeyebiliyorsan eğer...

    Rabbim :ALLAH. Kitabım: KUR'AN. Peygamberim:MUHAMMET. Dinim : İSLAM.

    Ey münker ve nekir!

    Sizi gördüğümde eğer, heyecanlanırsam, korkarsam veyahut her hangi bir nedenle sorularınıza yanıt veremezsem , bilin ki ben bu soruları soracağınıza dünyada iken bütün kalbimle iman etmiştim ve oraya gelmeden binlerce kez kendi kendime ve insanlar arasında sorularınıza böylece cevap vermiştim. İşte bu satırlar bunun ıspatlarından sadece bir tanesidir. Biliyorum , sizin bu konuda hüküm verme yetkiniz yok.O yüzden yazıyorum bunları, Rabb'in huzuruna bir gün bu satırları götürebilmek umuduyla...

    Ve ölüm. Mevlana'ya göre bir "şeb-i aruz" , Tolstoy'a göre bir "mutsuzluk kaynağı"...

     Bana göre korku ve ümit arası bir bekleyiş...

6 Ocak 2011 Perşembe

BENİ KAPİTALİZM HASTA ETTİ...



      Ölüyorum. Bütün vücudum çok güçlü bir virüs tarafından zapt-u rapt altına alınmış durumda. Öylesine güçlü bir virüs ki , gözle görülebilmesi için bir kaç bin kez büyütülmesi gerekiyor. Ki öyleyken bile çok zor seçilebiliyor. O, gözle görülmeyecek kadar küçük canlı burnumu ve kulaklarımı tıkamış , ağzımın tadını bozmuş , kolumu kaldıramayacak kadar bütün dermanımı kesmiş kısacası beni yatağa mahkum etmiş durumda, peki bu benim zoruma gitmiyor mu ?

      Üstelik bu virüs yeni nesil bir virüs. Yani antivirallerle savaşmayı bilen , kendisini antiviral gerillalarının savaş taktiklerine göre mutasyona uğratmayı becerebilmiş bir virüs. Anlayacağınız ne damardan , ne ağızdan ne de kalçadan; alınan hiç bir antibiyotik , antivirüs onu yok etmeye yetmiyor. Neden peki? Nasıl bu kadar güçlü olabildi bu virüs, en donanımlı antibiyotik ve antivallere kafa tutacak , üstelik bununla kalmayıp onları alt edebilecek kadar?

      Cevap çok basit: Kapitalizm.

      Hepimiz biliriz , kapitalist bir sistemin en büyük sektörü sağlık sektörüdür. Sağlık sektörünün üzerine oturduğu temel sac ayaklarından biri ise ilaç sektörüdür. Kapitalizmin en önemli sektörü olan sağlık sektörünün ,ilaç ayağının en önemli vazgeçilmezi antibiyotiklerdir. On dokuzuncu asrın ortalarında virüslere karşı sermayenin en büyük kozu şüphesiz antibiyotikler olmuştur. Hayvanlar üzerinde yaşayan ve hayvansal gıdalarla insana geçen bu virüslerin ortadan kaldırılmasında bir zamanlar antibiyotikler etkili ve yetkili idi. Ama artık değiller...Yani bu virüsler artık antibiyotiklere karşı kendilerini savunabiliyorlar ve eskisi gibi "grip oldum , ver bir antibiyotik oradan" dönemi de yavaş yavaş kapanıyor.

      Neden peki? Cevap yine basit: Kapitalizm. Çünkü kapitalizm bu virüslere muhtaç. Yeni antibiyotiklerin üretilmesi ve bunların eskilerine nazaran daha geniş bir kullanım alanına kavuşması için bu virüslerin kendilerini mutasyona uğratmaları gerekiyordu . Ama kapitalizm bunu bilinçli bir şekilde yapmadı. Yani bu virüslere antivirüslerin şifrelerini isteyerek vermedi. Tamamen kapitalizmin vahşi yanlarının ortaya çıkardığı, doğal evrim sürecinin bilinçsiz bir şekilde yürütülmesi ile gerçekleşti.

      Efendim , şöyle ki.....

      Onlarca yıldır insanlara verilen ve virüslerin imhasında çok büyük başarılara imza atan antibiyotikler elbette ki yalnızca ilaç sektörünü sevindirmedi. Ayrıca bu durum kapitalist sermayenin başka başka yüzlerinin de dikkatini çekmeye başladı. Kimler bunlar: Hayvan üreticileri. Köylülerden bahsetmiyorum , büyük entegre tesislere sahip büyük , hayvan üreticileri ... Neden olmasın dediler. İnsanda ki virüsleri yok eden bu antibiyotikler elbette ki hayvanlardakileri de yok edebilir...Neden olmasın ? Efendim ,gerçekten teorik olarak çok zekice görünen bu planın uygulanması için zaman kaybetmeden arge çalışmalarına başladılar. Onlara göre bunun en ekonomik ve en kısa yolu insanlara verilen bu antibiyotiklerin hayvanlara verilen yemlere karıştırılmasıydı. Tonlarca antibiyotikli hayvan yemleri fahiş karlarla hayvan üreticilerine "virüssüz hayvan" sloganıyla satıldı. Hatta bir müddet sonra küçük üreticiler bile özenti için de olsa ara ara bu antibiyotikli yemleri hayvanlarına vermeye başladılar.

      Kapitalizmin özünde hiç bir zaman yapılan bir şeyin gelecekte ortaya çıkaracağı neticelerin vehameti önemli olmamıştır. Kapitalizm için önemli olan tek şey üretilen ürünün satılmasından elde edilecek karın yüksekliğidir.

      Hayvanların midesine inen ve damarlarında dolaşmaya başlayan bu antibiyotikli hayvan yemleri hayvaların kanlarında ki virüslerin bir kısmını yok etmeyi başardı. Ama hepsini değil. Çünkü orası onların çöplüğüydü ve orada yapılacak bir savaş elbette çok riskliydi. Kimse virüslerin zekasını hesaba katmadı. Bu virüsler o kadar zeki idiler ki antibiyotiklerin savaş taktiklerini hemen öğrendiler ve ürerken kendilerinden sonra gelecek nesillere bu taktikleri öğrettiler. Virüslerin çoğalma sürati göz önünde tutulduğunda antibiyotiklerin savaş taktiklerine göre doğmuş virüslerin yeterli adete ulaşmaları çok zamanlarını almadı.

    Virüs kapitalizmin aç gözlülüğü sayesinde kendisini yenilemeyi bildi ancak antibiyotikler için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Yeni virüslere eski antibiyotikler artık çok fazla işlemiyor. Uzmanlar antibiyotik çağının sonunun gelip gelmediğini tartışmaya başladılar bile çoktan.

     Antibiyotik çağının sonunun gelip gelmediği bilinmez ama şu bir gerçek ki günlerdir enfeksiyonluyum, antbiyotik tedavisi altındayım ve değişen bir şey yok , gün gün kendimi daha halsiz hissetmemden başka. Doktorların ilaçlarına olan güvenimi de kaybetmiş durumdayım , tek umudum kendi savunma sistemimin , bağışıklığımın şu virüse karşı bir antikor üretmeyi öğrenmesi ve onu yenmesi. Kim bilir belki de bu mümkün olmaz ve ölümüm bu gözle görülmeyen düşman elinden olur. Zaten , ne demişler: En tehlikeli düşman görünmeyen düşmandır.


      Neden buradayım peki? Yani , parmaklarım dışında hiç bir mafsalımı oynatamıyorken neden klavyenin üzerinde oynatıp duruyorum onları. Çünkü uykum yok. Çünkü bu virüs öyle kolay kolay uyutmuyor da aynı zamanda. Doktorum bunu hesaba katıp uyku ilacımı da verdi bana. Ama kullanmak istemiyorum . Çünkü kendimi tamamiyle "kapitalizme hasta" etmekten korkuyorum. Antibiyotik, ağrı kesici , mide koruyucu , ateş düşürücü , sakinleştirici ve uyku ilacı...Düşünüyorum da, bir hastalanınca ne kadar çok firmanın cebine para giriveriyor. Acaba ben bu firmaların sahibi olsam beni en çok ne mutlu edebilir? Hasta insanlar... İnsanlar hastalandıkça ben iyileşirim, zenginleşirim, rahata ererim...Elbette bir kapitalist için bunlar mutluluk verici şeyler...


     Allah hepimizi kapitalizmin şerlerinden korusun efendim....

    

5 Ocak 2011 Çarşamba

BU MU ADALET?



    Geçmiş olsun hepimize...Yeni bir Rahşan Affı ile karşı karşıyayız ,millet olarak...

    TCK'da yapılan yeni düzenlemeyle yüz seksen küsür kişinin öldürülmesi olayından yargılanan Hizbullah üyeleri , ki bunlar arasında bir de örgüt üst düzey yöneticisi var , salıverildi.  Önce ki gece, davullu zurnalı aşağılık bir törenle ,kahramanlar gibi , büyük bir kalabalığın karşılamasıyla üstelik.

    Salıverilenler ve salıverilecek olanlar arasında daha bir sürü mafya lideri, mafya üyesi , katil zanlısı , tecavüzcü ,soyguncu , şerefsiz , haysiyetsiz insan da bulunuyor.

    Hükumet kanadından gelen açıklamalar ise pek ilginç , pek aymaz ve pek hoyrat. Burhan Kuzu muhalefetin cılız mı cılız tepkisine " kendilerinin beklediği kişiler serbest kalmadığı için tepki gösteriyorlar " deyiverdi. Be adam, aptal mısın, mal mısın , senin ağzından çıkanları kulağın duyuyor mu ? Bu cümlelerle neyin savunmasını yapıyorsun ? Bunun kanunla , yasayla , hukukla ne ilgisi var ? 188 kişinin ölümünden sorumlu adamları salıvermenin, açıklanabilir ne tarafı var ? Ama suç senin değil Burhan Kuzu. Senin gibi bir ruh hastasına bu ülkede profesör ünvanı verip , hocalık yaptıran , milletvekilliğine terfi ettiren ve bir ülkenin en önemli unsurunu , anayasasını yapması için kurduğu komisyonu senin eline teslim eden sistemdedir suç, ve pek tabi bu kadar kokuşmuş bir sistemin altında yaşamayı kabul eden bizim gibi koyun halktadır suç...

   Muhalefet ise o kadar cılız bir tepki verdi ki ...Doğrusu , ben tüm muhalefet partilerinden en büyük performanlarını kullandırmalarını beklerdim . Kılıçdaroğlu " kamuoyunun vicdanının rahatsız " olduğunu ifade ederken , hiç sinirlenmedi , gerilmedi , sanki olağan bir durum hakkında konuşuyormuş gibiydi. Havuzlu villalarla ilgili , üstelik kendisi de sahip olmasına rağmen , verdiği tepkini onda birini vermiş olsaydı ; siyasi görüşüme ne denli ters de olsa kendisini ayakta alkışlayabilirdim. Ama , ne CHP , ne de MHP ...Çok cansızdılar...

     İşin kötü yanı , biz bu tür durumlara alışmaya başlayacağız bu gidişle. En iğrenç suçları işleyenlerin , devletin emniyet amirlerini katledenlerin kahramanca salıverişlerini göre göre içimizde bu hukuksuz yollara sapmaya aday kişiler çoğalacaktır. Ve bu durumda asli sorumlulukta bu görüntülerin yaşanmasına izin verenlerin olacaktır. Bu adalet değildir. Bu mantıklı , açıklanabilir bir durum da değildir. Bu durum ahlaki de değildir. Din ile ilgili hiç değildir.

     Bunu yapanlar hiç korkmuyorlar mı acaba, bir gün bu haksızlığın kendilerini veya sevdiklerini bulmasından .. . Bir gün kendilerini bir sandalye de domuz bağıyla öldürülmek üzere bulmalarının hiç mi ürpertici bir yanı yok...

    Yazıklar olsun diyorum ,başka hiç bir şey demiyorum ... Bu millet size ne kötülük etti de siz bu milletin düşmanlarıyla bu kadar dostsunuz... Yazıklar olsun ... Mehmet Ali Ağca'ları salıverdiniz, devletin televizyonunda showmen yaptınız , bu da yetmedi , şimdi eli kanlı teröristleri salıveriyorsunuz.

     Ama bu yaptıklarınız yanlarınıza kar kalacak diye bekliyorsanız , sonunuzu sabırla bekliyor olacağız , merak etmeyin... Ve siz , Başbakanınızdan parti üyelerinize kadar içinde yüzdüğünüz haksızlıkların , adaletsizliklerin içinde boğulurken biz sizi ibretle izliyor olacağız...

   Yazıkları olsun , gecenin bu saatin de beni bu iğrenç hisler altına soktuğunuz , bana bunları yazdırdığınız için...

4 Ocak 2011 Salı

İÇKİ İÇME ÖZGÜRLÜĞÜ VE DİNDARLIK VE MUHAFAZAKARLIK


    Bir kaç gün önce idi. CNN Türk'te bir bilgi edindirme,bir aydınlatma  programı. Konuk bir sosyolog ve program moderatörünün salya sümük anlattığı kadarıyla beyefendi alanında haklı bir şöhrete sahipmiş. Beyefendiyi ilk kez gören biri olduğum için herhalde televizyonlarda pek fazla boy göstermiyor bu sosyal bey ,şöhreti de kendi camiasında olsa gerek diye düşünmüştüm ben ilk başta.Bu beyefendi acaba hangi konulardan sözedecek , hangi ulaşılmaz bilgileriyle bizi aydınlatacak derken moderatör, beyefendinin orada olma nedenini açıklamaya başladı. Konu Mardin'de bir milletvekilinin katıldığı kent konseyi toplantısında , içki ikramı yapılmasına tepki göstermesi hasebiyle ,Mardin'in ve Türkiye'nin son yıllarda muhafazakarlaşıp , muhafazakarlaşmadığı idi...

    Sosyolog beyefendi , benim bile bu cahil halimle düşünemeyeceğim "düz"lükte ve endirekt olarak Türkiye'nin muhafazakarlaştığını , dindar bir toplum olmaya doğru gittiğini , bunun neticelerinin yakın gelecekte çok feci olacağını , içki içme özgürlüğünün ortadan kalkacağını , bunun en büyük müsebbibinin AKP olduğunu vs söyleyiverince doğrusunu söylemek gerekirse ; şok oldum ve aklım tutuldu. Beyefendi , bu şöhretli sosyolog bey dindarlıkla muhafazakarlığı aynı şey mi sanıyor yoksa ben mi öyle duyuyorum ;yani sorun bende mi onda mı diye yanımdakilere sorma gereği hissettim ben.

     Evet, maalesef yanılmıyordum,bu mümtaz sosyoloğumuza göre dindarlıkla muhafazakarlık aynı şeylerdi. İşin tuhaf yanı içkili bir toplantıya tepki göstermek dindarlık, ve dindarlıkta muhafazakarlık oluyordu.

     Çok şaşırmıştım...

      Efendim, imkanım olsa idi bu ünlü sosyoloğumuza çok merak ettiğim bir soruyu yöneltmeyi ne kadar çok istedim anlatamam. Beyefendi , içki ile dindarlığı ; dindarlık ile muhafazakarlığı aynı kefeye koyuverince anında , ben bir şeyi çok merak etmeye başladım. Bütün dünyada olduğu gibi bizde de alkolizmle mücadele eden çeşitli sivil toplum kuruluşları var . Bu sivil toplum kuruluşlarına , örneğin YEŞİLAY vakfı bünyesine üye istihdam edilirken bunlar acaba dindarlık testinden geçirilerek ya da dindar kişiler arasından seçilerek mi alınıyor? Yeşilay vakfının başkanı bir imam, bir papaz, piskopos ya da bir brahman mı acaba?   Hayır yani , gerçekten içki içmemeyi ve içki içilmesine karşı olmayı muhafazakarlıkla, dindarlıkla bağdaştıran bu sayın mümtaz kişiliğin söyledikleri doğruysa ,içki ile mücadele eden sivil toplum kuruluşu mensuplarınında çok dindar ve muhafazakar olmaları gerekmez mi?

     Ve bu esnada aklıma gelen bir düşünce beni maalesef korkutmuştu. Şimdi bu herif , alkollü araç kullanma yasağının olmasını da bir dindarlık , dolayısıyla bir muhafazakarlık işareti olduğunu ,devletin ve dünya da ki tüm devletlerin bu trafik kanunlarının tamamen dindarlıklarından, muhafazakarlıklarından olduğunu söyleyivermesin sakın ???

      "Yoooo yoooo, o kadar değil,daha trajik olanları da var, onları da söyleyiverebilir şimdi bu adam" dedim kendi kendime...Mesela, vücuda girer girmez , mide zarında kana karışmaya başlayan, ikinci dakikada beyne ulaşmasına karşılık, ciğerlere varır varmaz , organizmaya zararlı bu yabancı maddenin vücuttan bir an önce atılması için çeşitli enzimler salgılatan beynin de dindar ve muhafazakar bir organ olduğunu söyleyebilir mi acaba bu adam? Elbette...Öyleyse ya kendimi buna hazırlamalıydım ya da zaplayıp bi an önce bu lanet kanaldan defolup gitmeliydim...Ve pek tabii ki bu kadar saçmasına da hazırlanamayacağımı anlayıp , hemen zapladım, işkenceye son verdim.

      Ama acıdım kendimize. Şöhretli bir sosyoloğumuzun söylediklerini görünce ne kadar acınacak halde bir toplum olduğumuzu peşinen algılayıvermek maalesef toplumsal umudumu törpüledi ...

     Allah sonumuzu hayır etsin ve bilim adamlarımızın bazılarına, özellikle şöhretli olanlarına akıl versin..

     Ne diyeyim...Şüphesiz çok değerli , çok mantıklı , çok büyük bilim insanlarımızda yok değil bunu biliyorum, ama söylemek istediğim şey şu: Neden böyleleri şöhretlenir de gerçek bilim insanlarının önü kapatılır? Bunu anlamak güç...

3 Ocak 2011 Pazartesi

ŞAHKULUBEY BENCE HAKLI


    AKP Mardin milletvekili Gönül Bekin Şahkulubey yılbaşı nedeniyle dükkanlarını süsleyen esnafa tepki göstermiş. Üstelik bunu Mardin Belediyesi'nin düzenlemiş olduğu dualı, semahlı alternatif yılbaşı kutlamasında yaptığı konuşmada gerçekleştirmiş.

   "Benim bir acım var.Şehirde gezdiğimde bir modernizm havası ile bazı dükkanlarda ki o süsleri görünce üzüldüm.Modernleşelim diye özümüzü kaybetmememiz lazım.Ama her geçen gün uzaklaşıyoruz."


    Her zaman ve her konuda olduğu gibi bizim boyalı medyamız bu sözleri de çarpıttı , büyüttü , farklı göstermeye , işine geldiği gibi aksettirmeye çalıştı.

    "Şahkulubey'e tepki üstüne tepki yağdıııı" , " Şahkulubey'e tüm Türkiye'den tepki yağdıııı" , "Gelen tepkiler öylesine büyüktü ki ..." , "Sadece AKP'liler sahip çıktı " vs vs...

     Haber spotlarını dinlediğiniz de sanırsınız ki , Şahkulu'nun açıklamasından sonra ;Türkiye ayağa kalktı , milyonlar sokağa döküldü , hakkında ölüm fetvaları verildi , görüldüğü yerde dövülmeye azmedildi, ordu darbe yapabileceğini açıkladı , borsa tarihinin en düşük seviyelerini yaşadı , Türkiye kafayı yedi ve dünyaya savaş ilan etti...

   Gelen bütün tepki ise; topu topu , üç CHP'li milletvekili , MHP grup başkan vekili ve Mardinli bir sivil toplum örgütü temsilcisi...Şahkulubey'e sahip çıkan ise sadece bir AKP milletvekili , ki ona da sahip çıkmak denirse : " Vekilimizin düşüncesidir, saygı duymalıyız.." denmiş, hepi topu bu...

    Oysa aslında bence bir milletvekili olarak Şahkulu'nun söyleme cesareti göstermiş olduğu bu sözler bir toplumsal eleştiridir. Ve tamamen ifade özgürlüğü sınırları içerisinde kullanılmış bir hak, bir vatandaş duyarlılığıdır , ki bir milletvekili olarak hanım efendinin buna hakkı da vardır.Acaba , menşei , kökeni itibariyle bize hiç mi hiç ait olmayan bu görüntülerin , bu kutlamaların gittikçe normalleşmesine ,içimize sinmesine ve bu kutlamalara katılmanın modernist ,katılmamanın ya da karşı olmanın "yobazlık","çağdışılık" ,"muhafazakarlık", "tutuculuk " sınırlarında değerlendirilmesine tepki göstermenin , üzülmenin ve bu üzüntüyü dillendirmenin nesi yanlış? Bunu bu kadar abartarak , bu sözlerin sahibine uzaylı muamelesi yapılarak böyle düşünen insanları bastırmaya çalışmak doğru mudur?

     Maalesef ,kokuşmuş Türk medyası yine yapacağını yaptı ve her olayda yaptığı gibi bu konuda da çarpıtma,abartma,yanlış lanse etme gibi kalıplaşmış davranış biçimini ortaya koydu..

    Ama yine de , vekile saygılar ve toplumsal yozlaşmaya karşın duyduğu bu tepkiden dolayı övgü ve alkışlar...

    

BEN ÖLÜRSEM BİTERSİNİZ; HÖÖÖÖCCÜÜÜÜÜ!!!

 
  
     "Bana bir şey olursa durumlarınız çok zorlaşır." 


     "Türkiye Kürdistan ilişkileri karmakarışık olur .." 
  
     "Bizim önderlik altında topladığımız Kürt Halkı'nın gücü çok değişik yerlerde kullanılır."


     "Ben bu imkanı durdurmuşum aslında .."

      Yıl 1992...Mehmet Ali Birand'la Bekaa Vadisi'nde görüşen Öcalan, bundan tam on dokuz yıl önce bunları söylüyordu.

     Bu gün gazetelerde Öcalan'ın yaptığı açıklamaları okuyunca doğrusu bu sözleri hatırlayamadan edemedim... On dokuz yıl önce " bana bir şey olursa yandınız " diyen Öcalan bu günlerde AİHM'ye gönderdiği savunmada da  aynı ifadeleri kullanmış ...

     "Depremden, hastalıktan ölsem bile ,PKK komplo sayar.Sonsuz bir savaş çıkar.Provokasyon da olabilir. Bu yüzden martta çözüm için acele etmeliyiz. Bayrak ,sınır ve resmi dille sorunumuz yok , sosyal alanda çözüm istiyoruz."


      Aslında Öcalan bu açıklamalarıyla iki konuya temas etmek istiyor gibi görünüyor : 1) Ben Kürtler'in başıyım. Ben ölürsem taht kavgaları çıkacaktır ve bu taht kavgaları Kürtler'i bölecektir ve bu bölünmüş Kürt gücü başkalarınca çok yanlış mecralarda kullanılacaktır. O zaman soru şudur: PKK komple bir örgüt olarak birileri tarafından sürekli olarak kullanılmıyor mu? 2) Ben PKK için çok değerliyim. Ben ölürsem , nedeni ne olursa olsun , sizin elinizde öldüğüm için PKK sizi sorumlu bilip , size bitmeyecek bir savaş açacaktır. O zaman da soru şu : Otuz yıldır süren çatışmalardan sonra  ( ben savaş demiyorum buna)  böyle bir tehdit anlamlı mıdır, önemli midir?

      Benzer sözleri bir çok PKK sempatizanı Kürt kökenli vatandaşlardan da duymuştum geçmişte. Bir çokları " Öcalan için verilen idam cezası neden infaz edilemedi" sorusuna ," Kürt Halkı'nın isyan çıkarmasından korktukları için" demişti. Hatta "idam cezasının" Öcalan için yürürlükten kaldırıldığını düşünenlerin sayısı bile az değildir o camiada. Kürt sorununu çok iyi bildiğini , PKK'yı çok iyi tanıdığını söyleyen bir kısım yazar da  bu düşünceyi desteklemektedir.

     Gerçekten böyle midir? Abdullah Öcalan bir nedenden ölse bu ön görüler gerçekleşir mi ? Sonsuz bir savaş çıkar mı ?

     Abdullah Öcalan 1999'da ABD tarafından Türkiye'ye çeşitli şartlarla , özel olarak paketlenip teslim edildiğinde  ve birinci şart olarak "Öcalan ölmeyecek" dendiğinde de ABD acaba Kürtler'in isyan etmesinden mi çekinmişti ? Yoksa Öcalan'ın yaşaması uluslararası bir çevrenin Türkiye üzerinde ki menfaatleri ile mi ilgiliydi? Ya da biz bunu şöyle mi yorumlasak : "Öcalan kendisini Türkiye'ye teslim edenlere mesaj gönderiyor ve bunu da Türkiye Cumhuriyet'ini tehdit ederek yapıyor" mu acaba?

    Aslında hepimiz biliyoruz ki , PKK ile süren çatışmalı ortam öyle bir anda sona erecek değildir. Kürt sorunu  denilen şey ( ben bu söylemi de onaylamıyorum hiç bir şekilde) akşamdan sabaha çözülüverecek meselelerden değildir. Ki görünüşe bakılırsa Kürt Meselesi süreci daha bir çok iktidar partisini , bir sürü Apo'yu da eskitecekmiş gibi görünüyor.  Temennimiz bir an önce sorunların aşılması yönünde ama gerçekçi olmak gerekirse bu meselede Türkiye'nin önünde oldukça uzun bir süreç olduğu aşikar..

     Üstelik, bu meselede atıldığı söylenen adımların sıfırlanma riski de henüz tümüyle ortadan kalkmış değildir. Darbeler dönemi kapandı , artık Türkiye'de darbe olmaz diyenlere bakmayın. Evet ,bu konuda son dönemlerde oldukça uzun adımlar atıldı ama unutmayalım ki hiç bir siyasi rejim ihtilallere , darbelere karşı yüzde yüz güvende değildir. Hele ki , demokrasi...Belki de darbeye giden yolların en açık olduğu rejimdir. Çok yakın gelecekte büyük bir siyasi kriz çıkmayacağının hiç bir garantisi olmadığına göre , bir askeri darbenin olmayacağının da bir garantisi yoktur. Ve askeri rejimlerin Türkiye ölçeğinde Kürt Meselesi'ne yaklaşımı da bellidir.

     Meseleye bu açıdan bakılınca , Öcalan'ın " bana bir şey olursa " tehditleri de pek inandırıcı görünmüyor, bence...

    Fakat ne Öcalan bu sözleri durduk yerde sarf ediyor, ne de bu sözler durduk yerde medyanın gündemine taşınıyor. Arkasında ki siyasi dalaverelerin ne olduğunu şimdilik anlayamayacak olsak bile en azından bir şeyin altını kalınca çizgilerle çizmek gerekiyor : Bu meselede en çok dışarıda ki siyasetçi Kürtler'in itidalli olmaları ve her attıkları adıma dikkat etmeleri gerekiyor. Acaba onlar bunu yapıyorlar mı?

  

2 Ocak 2011 Pazar

GECE ,UYKUSUZLUK VE ÖLÜM



    Vakit gece yarısını çoktan geçmiş, ışıklar bir bir sönmüş , karanlığın dayattığı mecburi ve derin sessizlik kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamış iken sen, eğer ki henüz uyumamışsan, düşünceliysen ; içinde, derinlerde bir yerlerde  küçücük bir acı ruhunu olağanüstü rahatsız ediyorsa ; üstelik bilgisayar başında bir şeyler yazmaya çalışıyorsan... Sen arkadaşım , üzgünüm ki , sen sorunlusun...Belli ki işsizsin , yarın erken kalkma gibi bir derdin olmadığı için uyumaya çalışmıyorsun bile... Belli ki , yetişkinsin , uyuman için sana baskı yapacak en azından seninle birlikte oturacak bir annen yok...Belli ki , tek başınasın ve gecenin bu saatine kadar oturman keyifli bir sohbet yüzünden değil. Belli belli...Tembelsin, işe yaramazsın , sorumsuzsun , hayatını bir yörüngeye oturtamamış olanlardansın...

     Gecenin bu saati... Bu deyimi hiç sevmem açıkçası...Gecelerin adamıyım ben , güneşin bütün dünyayı hareketlendiriveren ışımasındansa gecenin sükunetli dinginliğini tercih ederim ve benim bu kadar çok sevdiğim gece için "gecenin bu saati" deyiminin olumsuz çağrışımları beni rahatsız eder... Ama ilk kez bu gece uyumayı çok istiyordum. Bundan sonra ki tüm geceleri de öyle ... Başaramadım...Diğer bir sürü basit isteğim gibi. İsteklerim konusunda kendime söz geçiremez tavırlarımdan nefret ediyorum açıkçası .. Hiç , istediğimi başaramıyorum ... İstemediklerimi başarmak konusunda da maalesef doğal bir hüner sahibiyim ...

    Bu şekilde yaşamaktan keyif alınabilir mi ? Yaşamaktan keyif almak gibi bir derdiniz yoksa alınabilir. Fakat ben bu günlerde ölümden nasıl bir keyif alacağım, onun merakı içindeyim.Ölümün soğuk yüzüyle tanışalı çok oldu. Hayatımda gördüğüm ilk ceseti tanımıyordum. Bundan yirmi beş yıl önceydi. Anneannemin yattığı hastanenin odasında dört yaşında bir çocuk olarak , dönemin ilkel Türkiye tıbbının , iflah olmaz sorumsuzluklarından birinin yaşandığı, dört yaşında bir çocuğun hasta odasına ziyaretçi olarak alınabildiği yıllardı. Çalakalem boyanmış duvarları , ağzına kadar tıklım tıklım yatan hasta dolu odalarıyla bir hastaneden çok bir mezbuhaneyi andıran ,soğuk bir binanın bilmem kaçıncı katında yatıyorken anneannem ; dedem tuttuğu parti bir iktidar olsa her yeri güllük gülistanlık yapıvereceğinin nutuklarını atıyordu sağda solda. İyi adamdı ama dedem. Saftı. Saftık millet olarak. Saf olmayanlarımız baştaydı ve baş maalesef ayakların saflığına negatif duyarlılık gösteriyordu her zaman.

     Ben anneannemin elini tutuyordum ve eve ne zaman döneceğini soruyordum. Merakım iyileşmesi falan değildi , bir an önce bu mezbeldelikten kurtulmasıydı. Hoş , sanki evlerimiz çok mu düzgün , iç açıcı , ferah yerlerdi ? Evlerimizinde hastanelerden kalır yanı azdı ama en azından o evlerde birbirlerini seven insanlar olarak yaşıyorduk ve samanlık seyran oluyordu.

     Birden odanın içinde müthiş bir çığlık duyuldu. Sanıyorum bir kadın çığlığını da ilk kez orada duyuyordum . Bu günkü gibi değildi, televizyonlar yoktu , bilmiyordu bir çocuk bir kadın nasıl çığlık atar, bir de Anadolu kadınları öyle kolay kolay çığlık koyverecek kadınlardan değildi , ki bir çığlık koyvermesi için bir cesetle falan karşılaşması gerekirdi.

    "Öldüüüüüü " , "O öldüüüü " diye bağırmaya başladı ardından. "Doktoru çağırın, doktoru çağırın " bağırışları arasında ben , meraktan kalbim duracak vaziyettte hemen iki yatak ötemde ki cesetin , açık kalmış gözlerine baktım . Ona doğru adım atmak , daha yakından bakmak istedim, annemi unutmuşum , bırakır mı hiç beni ?

    Doktor geldi.Odayı boşalttırdı.  Alelacele çeşitli müdahaleler yapılmaya başlandı, ve ben odadan çıktığım ana kadar o hareketleri tek tek gözlemledim.

   Bu gün gibi aklımda , ilk karşılaştığım cesedi tanımıyordum . Üzüldüm ama. Neye üzüldüğümü bilmeden. Ceset olmanın ne demek olduğuyla, dünyada ölüm denen o şeyin gerçekte ne olduğuyla ilk orada karşılaşmıştım. Sonra ölümler ardı ardına gelmeye başladı. Ölümün ne olduğunu daha iyi idrak eder oldum. Kafamdan hiç gitmemeye başladı bu ölüm olgusu ve bu gün geldiğim noktada ölümün bana nasıl bir keyif sunacağını merak eder oldum , korkularla ve deruni kaygılarla...

        Şimdi, gecenin bu saatinde , burada yazıyor olmamla , uykusuzluğumla acaba o gün gördüğüm o zavallı ölünün bir ilişkisi var mıdır bilemeyeceğim ama keşke o gün o hastane odasında olmasaymışım gibi geliyor bana... Bu gün belki burada olmazdım ve sıcacık odamda , soğuk düşler görüyor olabilirdim.

      Kim bilebilir...