Ve Allah (C.C) buyurdu ki:

İMAN EDEREK SALİH AMEL İŞLEYENLERİN HATALARINI AND OLSUN Kİ ÖRTERİZ VE ONLARI YAPTIKLARI AMELLERDEN DAHA GÜZELİ İLE MÜKAFATLANDIRIRIZ. (Ankebut, 7)

GÜNÜN SÖZÜ

İNSANLARA MERHAMET ETMEYENE ALLAH (C.C)MERHAMET ETMEZ...
Hadis-i Şerif

DUR!BURADAN ÖTEDE RİSK VAR!!!

HOŞGELDİN...AMA BURADAN SONRASI SENİN İÇİN HOŞ OLMAYABİLİR...DİKKATLİ OL...
Ben bir miktar suydum,
Yatağımı arıyordum,
Bulacaktım ama;
İzin vermediler,
Kim mi?
Herkes...

25 Ekim 2013 Cuma

gezi partisi

   
Ve Gezi Partisi kurulmuş. Bu çok sevindirici bir haber. Hayırlı uğurlu olsun. Partiyi kuranlar ne gibi bir amaç ve hedefle yola çıktılar, siyasi arenada nasıl bir duruş sergileyecekler bunu şu an bilemiyoruz. Ama resmi başvurusu işleme konulmuş ve resmen bir siyasi parti olmuş artık gezi partisi
    Keşke zamanında Öcalan'da PKK'yı silahlı bir örgüt olarak değilde bir siyasi parti olarak  hayata geçirseydi.Silahlı mücadeleye girişme yolunu hiç seçmeseydi. Şu an belki de çoktan Kürt sorunu çözülmüş ve ülkemiz daha demokratik daha huzurlu ve daha müreffeh bir ülke halini almış olabilirdi.

     İçinde şiddetin,haksızlığın,taşkınlığın, kotrol edilemezliğin bulunduğu hiç bir şey eninde sonunda sonuç vermez. Hiç bir savaş haklı değildir. Amacı ne olursa olsun her savaş insan ırkının aşağılık faaliyetlerinden biridir.

     Şiddetin belki fizikseli ve duygusalı olabilir ama büyüğü küçüğü olmaz. Aydın olan hiç bir insan ne olursa olsun ya da hangi gayeye hizmet ederse etsin şiddete onay vermemelidir.  Bunun olmaması için incelik gerekir. Ben yaptığım eylemlerle birilerine rahatsızlık veriyor muyum? Bu inceliğe sahip her insan ruhu bir başkasını rahatsız etmemek adına hal ve davranışlarına dikkat edecektir. 

     Allah'ın lütfu bir ülke de yaşıyoruz. Yaşadığımız ülkenin güneyi ve doğusu türlü belalar ve musibetlerle dolu. Sınırımızın hemen öte başlarında olanları anlatmaya insanın dili kolayca varamaz. Siyasi iktidarın özellikle komşularımızla ilişkilerimizde doğru düzgün politika yaratamayışını bu açıdan anlayabiliyorum. Bu gün Türkiye'nin özellikle Suriye politikasını anlayabilen yok. Herkes hatta iktidar çevreleri bile bu politikanın yanlış olduğunu el altından söylüyorlar. Ama hiç kimse doğru politikanın ne olacağı konusunda tatminkar bir tez ortaya süremiyor. Öyleyse bu konu iktidar partisinin hatalı politikalarını açıklamaz Çünkü kim gelse yerine elinde adam gibi bir politik tez olamayacak. İşte bu belalarla dolu coğrafyada bizim doğru dürüst yaşayabilmemiz halk olarak çok akıllıca davranmamızdan geçiyor. 

   Halk olarak akıllıca davranabiliyor muyuz onu bilemeyeceğim ama ben Gezi Partisi kurulması olayına hakikaten çok sevindim. Bunu sokağın her türlü şiddete meyyal taraflarından korunma adına açılmış yeni bir kanal olarak görüyorum. Şiddete değil karşılıklı konuşmaya ,biribirimizi anlamaya ,birbirimizi her açıdan kabullenmeye belki de en çok ihtiyacımızın olduğu bir dönemde Gezi Partisi bu yönde atılmış bir adım olabilir. Umuyorum da öyle olur.
    

23 Ekim 2013 Çarşamba

ARTIK HER ŞEY MÜBAH



     Dün uzun süren bir yolculuğun sık verilmiş molalarından birinde, güneşi bol ve havası temiz, yazdan kalma bir günün beklenmedik keyfini çay ve simit eşliğinde çıkarmaya çalışırken garsonun getirip masaya düzgünce katlayıp koyduğu gazeteden okuduğum haber bana bir kez daha ,keyif yaparken haber okumanın keyif kaçırıcı olduğu gerçeğini öğretti. Oysa daha bir kaç dakika öncesinde şöyle bir düşünceyi kafamdan geçirdiğimi hatırlıyorum: "Güneşin güzelliği o kadar içime işliyor ki şu an hayatın adeta farkına varıyorum. En azından bir süreliğine hiç bir şey keyfimi bozamaz." Dedim ve gazeteyi elime aldım. Kahretsin ki gazete okumaya çoğu fanatik futbol düşkünü yurttaşlar gibi son sayfasından başlamıyorum.

     "Gölcükte yaşayan sınıf öğretmeni bir anne bayram tatili için gittiği memleketinden 9 gün sonra döndüğünde evde bıraktığı iki aylık bebeğini ölü buldu.."

      Kelimesi kelimesine haberin spotu buydu. Hepi topu bir tek cümlecikti. Bir cümle daha ne kadar korkunç olabilirdi ki. Hangi korku filminde milyonlarca dolarlık özel dekorlarla oluşturulan sahneler şu kısacık cümlenin saldığı korkuyu salabilir ki insanın yüreğin
e.

      "Üstelik bir de sınıf öğretmeniymiş, Allah'ım çocuklarımızı kimlere emanet ediyoruz.." yakınmalarına hiç girmek istemiyorum. "Nasıl bir cani bunu yapabilir, asılmalı o kadın" feryatları yükseltmek hiç içimden gelmiyor şimdi.

      Olan olmuştu çünkü. Bir öğretmen anne iki aylık bebeğini ev de bırakıp dokuz gün boyunca memleketinde tatil yapmıştı ve bebek ölmüştü.
 
      "Ne yani , hiç mi bebek ölmüyor bu dünya da?" Hayır hayır bu öyle bir şey değil.

       Bunu nasıl açıklayabileceğimi bilmiyorum kendime.

        Kendime açıklayamadığım tek konu tüm korkunçluğuna rağmen sadece bu değil di elbette ki. Tam o esnada ODTÜ'nün kampüsünden geçirilecek yol için gece yarısı tatil operasyonuyla kesilen ağaçların tantanasının kopma haberini veriyordu televizyon bültenleri. Yol için kesilen ağaçlara verilen tepki gurur vericiydi doğrusu. Kesilen 3200 ağacın yerine başka yere 32000 ağaç dikeceğini açıklıyordu ağaçları kesen. Tiksindirici zihniyetiyle pişmiş kelle gibi sırıtıyordu adeta. 3200 ağacı, canlıyı sanki yolun başka hiç bir alternatifi yokmuş gibi , ki hiç bir alternatifi olmasa ne yazar, sırf siyasi inadı için kesen ve değil 3200 ağaç 1 tek ağaç için bile fırtınalar koparmaya hazır güzelim ODTÜ'lü öğrencilerin bir araya gelişini görmek ise bu çok çarpık , sakat zihniyete rağmen umut vericiydi. Ama ne kadar umut verici olursa olsun, olan olmuştu bir kere. Bir öğretmen anne iki aylık bebeğini  ev de yapayalnız bırakıp tatilini geçirmek üzere memleketine tatile gidebilmişti.

      Artık bu ülke de bu da oldu maalesef. Acılarımıza acılar katıldı. Bir bebek annesi tarafından öldürüldü. Üstelikte sınıf öğretmeni bir anne tarafından. Şimdi bu ülke de artık iktidar cami de yıkabilir , ağaçları da canı istediği gibi kesebilir. İçsel olarak bile hiç bir tepki görmeyecektir benden. Çünkü bir anne, anne ya bu, bir anne bebeğini evde bırakıp tatile gitti. Bebek açlık ve susuzluktan öldü. Hükumet dilediğini yapabilir artık. Barış görüşmeleri bitirilebilir. Savaş olanca şiddetiyle yeniden başlayabilir ve hem dağdan terörist cenazeleri hem de ovadan şehit cenazeleri gelmeye başlayabilir. Benim için artık bir sakıncası yok.

     Yüreğimin sinirlerini aldı o anne. O anne benden insani tüm duygularımı aldı gitti.

6 Ekim 2013 Pazar

Yılmaz Özdil...

   Meşhur İzmir'li gavur Yılmaz Özdil bu günkü yazısını Halk'ın Arenası programında  Esat hakkında söylediği sözlerine gelen izleyici tepkilerine ayırmış. Gelen mesajlar arasında kendisini "Tayyip'in avukatlığıyla" suçlayanından , "ne emir aldın hoca efendi'den" diye soranına kadar her türlüsü var. Tepki veren güruhun alayı televizyon'un karşısına konukların söyleyeceği sözleri önceden tasarlayıp, tasarladıklarını duyarsa "ne güzel,benim gibi düşünüyorsun" diye rahatlayacak, tasarladığının aksine sözler gelirse de hiç düşünmeden kalayı,hakareti basacak ruh haliyle geçen hastalıklı izleyici topluluğu... Çok enteresandır içlerinde "sen kim oluyorsun da Esat'a hakaret ediyorsun" diyen bile var. Hatta daha enteresanı "bizim başbakan'ın yanlışlarını anlatacağınıza SAYIN Esat'a yüklenmeniz komik oldu" diyen Profesör'ü bile var. Yılmaz Özdil tek tek ve öz olarak izleyicilerinden aldığı tepkileri köşesine  taşımış ve ortaya böyle enteresan bir tablo çıkmış. Yazının sonunda da bu aptalca durumun AKP'nin Türkiye toplumunu ne hale getirdiğinin kanıtı olduğunu söylemiş.

    İşin acı yanı toplum Yılmaz Özdil ve ona bu anormal ruh halinden kaynaklı orantısız tepkiyi veren kalabalıklarla dolu. Bu toplumsal ruh halinin bir çok nedeni elbette vardır. Ve zannımca bu nedenler de en çok tarihsel köklerimizle ilgilidir. Fakat bu nedenler üzerine çalışıp doğru tahlillerle meselenin temeline inecek ve sorunun anlaşılıp çözülmesine katkıda bulunacak bir bilim insanı topluluğu maalesef yok. Yok, çünkü bu meseleler öyle yüzeysel akademik bilgilerle anlaşılacak ve halledilecek meseleler değil. Zaten böyle bir topluluk olsa idi bu gün bu durumlarda olur muyduk, bu da ayrıca bir tartışma konusu...

    Ülke resmen Tayyip'i sevenler ve Tayyip'ten nefret edenler şeklinde ikiye bölünmüş durumda. Bunda AKP'nin payı nedir? Benim için AKP ya da diğerleri fark etmiyor şu an... Al birini vur ötekine, aynen böyle...Zihniyet bu olduktan sonra AKP gider yerine bir başkası gelir ve düzen değişmez. 

    Yılmaz Özdil'in malum yasızına gelen izleyici tepkilerine dönecek olursak bence orada esasında genel bir toplumsal fotoğraf görüyoruz.Bu fotoğrafın içinde biz varız ve  en çok öne çıkan şey sahip olduğumuz ataerkilite . Ataerkilite sadece erkek egemen bir kültürü ifade etmez. Biraz derinine inilince ataerkilite tahammülsüz , baskıcı, linççi, bir toplumsal yapıyıda çağrıştırır. Tahammülsüzlük en çok başka düşüncelere karşıdır. Farklı bir ses olmak bu tolumsal yapıda mümkün değildir. Dünyanın en güçlü kişiliğine sahip bireyleri bile bu kadar baskı altında uzunca bir süre kendileri olup özgün düşüncelerini dile getirmeye direnemezler. Farklı bir düşüncenin yeşeremediği bu toplumsal yaşamda gelişme diye bir şey söz konusu olamaz. Gelişme denilen şey sadece değiştirilen ve ruhlarını kaybetmiş kanunlardan ibaret olur. Demokrasinin bir paket haline getirilip tartışmaya açılması gibi saçmalıklara umutlar bağlanır.

      Yılmaz Özdil'e tek bir sözümüz olabilir... Türkiye'yi bu hale AKP ve senin temsil ettiğin zihniyet birlikte getirdiniz.. 

24 Eylül 2013 Salı

İLK DEĞİLSEN BİLE, SON AŞKIM OLUP KAL...


     İLK DEĞİLSEN BİLE, SON AŞKIM OLUP KAL...
    Muhatabı kimdi bu sözlerin, kim için bestelenmişti bilinmez ama bir yüreğin taaa derinlerinden geldiği şüphesizdi. Dünyanın kalabalıkları arasında yapayalnız kalmış bir yürek. 

   Bu gün bu şarkı bana güzelim Trakya'yı hatırlatıyor. Bilmem belki bu, Trakya'nın en sadık kadınına aşık olduğum için mi? 

   Gece yarısını çoktan geçti. Gözlerimden uyku akıyorken ve neden uyumaktan korkuyor olduğumu sorgulamam gerekirken bunun yerine şu an bu şarkının yeni versiyonunu dinliyor olmam ve Trakya'yı hatırlayıp kederlenmem sanırım o aşkın en net göstergesi. 

    Trakya'nın en sadık kadını demiştim O'nun için.Galiba bunu biraz açmalıyım. Her şeyden evvel bu, çıplak bir gerçeğin en açık ifadesidir. O kadın sadakatte en ileri seviyedeydi. O'na niye ismiyle hitap etmeyip o kadın dediğimi sormayın lütfen çünkü inanın ben de bilmiyorum. Bildiğim tek şey aşkına sadakatte hiç kimse onunla yarışamaz. 

     Bu hayatta gerçek manada bana aşık olan tek kişi. Benim için her şeyi yapabilecek  tek dişi o. 

     O'nunla kavuşmak istemiyorum. Belki de bu isteğin ardında yatan gerçek nedir diye sormam gerekiyor ama şimdi sormayacağım bunu. 

     O bana bir keresinde aynen bunu söylemişti: "Bir gün gelecek aşkımı kaybetmemden korkacaksın."  Artık korkuyorum. O'nun aşkı benim için çok değerli. Çok..  Bunu neye dayanarak söylemiş ve bilmişti bilmiyorum. O'nu seviyorum. Herkeslerden habersiz. O'nu sevdiğimi ,O'na aşık olduğumu O dahil hiç kimse bilmiyor şu an yeryüzünde. Bu benim yegane sırrım. Bu sır en temiz varlığım. 

     İLK DEĞİLSEN BİLE ,SON AŞKIM OLUP KAL...

     Yıllar önce yolumuz İstanbul'un en ıssız sokaklarından birine düşmüştü. Sabahın erken saatleriydi ve sapsarı bir sonbaharın hükmünü yeni yeni hissettirmeye başladığı günlerdi. Gökyüzü birazdan ağlayacak gibi bakıyordu. Hatta göğün göz yaşları eser seviyede damlıyordu.O gün 24 olmuştum. O 23 olmuştu. Birer yıl arayla doğmuş bir dişi ve bir erkeğin , öyle bir mevsimde , o saatte ve o şehrin o sokağında yollarının kesişmesi ne kadar tesadüf olabilirdi ki?

     Atlattığım onca badireden sonra yeni bir aşka yelken açmama neden olan nesne hiç şüphesiz çok enteresandı.Hayatımın bu güne göre henüz başındaydım. Gençmişim, şimdi düşününce... Hayatı güzel sandığım yıllardaydım. 24 yaşındayım. İstanbul'un en tenha sokağında sabahın köründe yürüyorum. İstanbul'un keyfini doyasıya çıkarıyorum. Hiç kıpırtı yok çevrede. Evler derin uykusunda olan insancıklarla dolu. Ve İstanbul'un nadide sokaklarından biri orası. O saatte insan sesinin olmadığı ender bir mekan. Yürüyorum, yağmur yağmak üzere, mevsim malum. O sessizlikte İstanbul'u soluyorum. Sokağı bitirmek istemiyorum. Sokağın sonu insan yığınlarına bağlanıyor, bunu istemiyorum. Yavaşlıyorum. Derin düşüncelere dalacak yaşta değilim, mazi henüz anılar yığınına dönmemiş ama düşünüyorum. Sokağın hafif sola kıvrılan, göremediğim noktasından bir kadının yaklaşmakta olduğunu duyunca güçlükle duygularımdan uzaklaşıp durumumu düzeltiyorum. 
   Tak tak tak. Uzun ve sivri bir topuğa sahip bir ayakkabıdan geliyordu ses.  Adımlar yavaş değildi. Belli ki acelesi vardı topukların sahibinin. Acaba nasıl biriydi? Kaç yaşındaydı? Olduğundan genç mi gösteriyordu, yani minyon muydu? Zayıf mıydı? Sarı mıydı, kara mıydı? Mıymıntı mıydı? Sünepe miydi? İnsan mıydı? Nasıl biriydi? Beynimde o an oluşan bu gereksiz soruların nedeni o sivri ve uzun topuklar mıydı? Neden sivri ve uzun topuk? Hem de sabahın o saatin de? Boy kompleksi mi neden olmuştu buna? Şimşek hızında sorular çoğalıyordu. Sorular artıyor ve ben yavaşlıyordum. Onu görmeden sorularımın cevabını bulmak istiyordum. Sanki onu gördükten sonra her şey için çok geç olacaktı. 

     Sorularımın birinin bile cevabını düşünemiyordum. Beynim sadece soru üretiyordu o an. Ve her soru içimde farklı hisler oluşturuyordu. Oysa ki basit bir topuklu ayakkabı sesinden başka bir şey değildi duyduklarım. Yaklaşıyordu. Çok az bir süre sonra kısa hikaye bitecek gibi görünüyordu ama yine de belli olmaz hiç bir şey. Bazen anlar içinde kopar büyük fırtınalar, en yıkıcı depremler bir kaç dakika bile sürmez. Ama bu ne bir deprem ne de bir fırtınaydı. Bu bambaşka bir şeydi. İnsan denilen canlının muhteşem özelliklerinden biriydi. Beyin denilen mucize organın ürünüydü hepsi. Birazdan kısa hikaye bitecek ve ben sokağın sonunda eski normal durumuma kavuşacaktım. Olmadı.

    Beklenmedik bir şey oldu. Bir anda ses kesildi. Kesilmeden önce de düzensizleşti. "Ay", ya da " ah" gibi tiz , genç bir kadın sesi duyuldu. Bir şey olmuştu. Ne oldu? Az önce beynimde şimşek hızıyla çoğalan sorular yine aynı hızla değişiverdi. Ne oldu orada? 

    Çok güzel genç bir kızdı. Tipi mesleği hakkında da bir fikir veriyordu. Özellikle İstanbul'un varoşları kendisini biraz tanırdı. Posterleri varoş duvarlarını süsleyen , küçük bir üne sahip bir gazino kadınıydı. İşinin mahiyetinin farkındaydı. İşi patronunun kesesine daha fazla para sokulmasına aracı olmaktı. Bir değer üretmediğinin farkındaydı. Müşterileri sorunlu tiplerdi. Fahişin de fahişi fiyatlarla sunulan içki kadehlerini hızlı ve fazlaca tüketmek için alımlı bir kadının, içtiği masada oturup cilve yapmasına ihtiyaç duyacak acziyette sorunlu tipler... O kadın bu kadındı. Fakat bu gece terslikler üst üste gelmişti. Bu gece bunu yapmak içinden gelmiyordu. Oturduğu masa kalabalıktı. Terliyordu. Sinirleri bozuluyordu. Tıkış tıkış oturulan masada an be an ortam bozuluyordu. Hemen sağında ki saçı sakalı birbirine karışmış, kıl yumağı, yaşlı, şişman ve çirkin adamın bıyıklarından içki damladığını gördü. Kusmak istedi. Adamın terli, tombul ve nasırlı elleri çıplak omzunu okşuyordu ve bu oldukça o kusmak istiyordu. Bardağı taşıran son damla da o an geldi. Adam güçlü kollarıyla boynunu kavramış kendisine doğru çekmek istemişti. Büyük bir hışımla masadan kalktı. Sesi oldukça yüksek çıkmıştı. "Bırak boynumu, küstah!" Bu ne cür et... Bir süreden beri kasanın başında oturup duran ve kendisini izleyen patronu  çok çabuk masanın yanında bitivermişti. 

      Baygındı. Yere düşmemesinin nedeni koltuklarından tutan bir çift kuvvetli koldu. Patronu kendisini bu kadar kolay terketmesine elbette ki izin vermeyecekti. Önünden geçtiği apartmanın aralığına pusu kurulmuş ve beklenmişti. Topuklu ayakkabılar bu sessiz sokakta kendisini ele vermişti. Hızlı bir şekilde kavranan omzunun üstünden burnuna tıkanan ilaçlı pamukla işi bitirilmişti. Sadece "ah" , ya da "ay" diyecek kadar zamanı olmuş ve ne talih, bunu bir tek ben duymuştum. Şimdi adam zavallı kadını bacaklarından kavrayıp kucaklayacak ve koşturarak kendilerini az ileride bekleyen otomobile taşıyacaktı. Böylece kaçırma işlemi tamamlanacaktı. Ne yapmalıyım diye soruyordum kendime o an? Kahramanlık mı ? Yoo , hayır hiç bana göre değil. Gitmesine izin mi verecektim.. Ne yapmalıydım? 

    Bu şekilde götürülmesine izin veremezdim. O anda kararımı verdim. Öz saygımı yitirmemek  ve bu şerefsizliğe küçük bir fiske vurmak adına savaşacaktım. Adımlarımı hızlandırdım. Heyecanlanmıştım. Köşeyi döner dönmez onu görecektim. Gördüm.

    Çömelmişti. Durdum. Beni gördüğü ilk anda ki bakışları o kadar masumdu ki... Yaklaştım.. Çivisinden ayrılıp kopmuş topuğu yerine oturtmaya çalıştığını gördüm. Kadın gücü bunu yapamıyordu işte. "Yardım edebilir miyim?".. "Adın ne senin?" diye sordu bana. Yüzüne baktım. Gözlerinin tam içine hipnoz etmek ister gibi baktım. Dudağını büktü. Sorusuna yanıt alamamak canın sıkacaktı ki adımı söyledim. 

    Artık ince,uzun ve sivriliğine rağmen topukları küçümsemiyorum. Bir topuk sizi birini o birini de size aşık edebilir mi?

    İLK DEĞİLSEN BİLE, SON AŞKIM OLUP KAL...

    Ben bir Trakyalı sevdim. Bir Trakyalı'ya aşık oldum. O da bana aşık... O bilmiyor benim ona olan aşkımı.. O benim hiç kimsenin, hatta kendisinin bile bilmediği kadınım. Onunla kavuşmayacağım.  

     

8 Ağustos 2013 Perşembe

GİTTİ PAŞA GELDİ RTE

    Bir kaç gün önce Ergenekon Dava'sına bakan özel yetkili, bu gün artık Türkiye hukukunda bir yeri olmayan, mahkeme kararını açıkladı. Ben kararları ilk kez Hürriyet Gazetesi'nin internette ki "Silivri'de Ceza Yağıyor" manşetiyle öğrendim. Kararların tamamı basına yansıdıktan sonra da bu manşet "Silivri'de Ceza Yağdı"ya dönüştü.

    Ne yalan söyleyeyim dehşete kapılmadım değil.

    Beni dehşete kaptıran şey mahkemenin kararlarını haksız bulmam falan değildi. Galiba yeni Türkiye'ye henüz alışamamıştım. Koca koca paşalara üstelikte darbe suçundan bu vahim cezaların verilmesi aklıma hayalime sığmadı. Aynı his Ergenekon dalgalarında da olmuştu bende. Emekli bile olsa ilk orgeneral düzeyinde bir paşanın sabahın köründe bir polis otosuna bindirilişini hayretler içinde ve "nasıl olur bu yaaa" mırıltısıyla izlemiştim. Bu beni çok sevindirmişti de bir yandan açıkçası. Çünkü bir suç işleyen herkesin eşit olduğu bir toplumdan yanayım. Vergi kaçırdığı için hesap veren sıradan bir iş adamına hesap soruluş usulüyle darbe yapmaya kalkan bir paşadan hesap alınış usulü aynı olmalıdır bence. Eski Türkiye'de maalesef bu yoktu. Bir paşa hesap vermek zorunda değildi.Tabi şimdi RTE aynı tahtta oturuyor. RTE hesap vermek zorunda değildir. O ülkenin başbakanıdır. Koskoca başbakan hesap mı verirmiş? Sonra onu eleştirmenin bile bir adabı muaşereti vardır. Kendi deyişiyle "sen ülkenin başbakanına o tip bir sözü nasıl kullanırsın yaw"? Dolayısıyla sevincim kursağımda kaldı maalesef.

     Peki bu cezalar bir vatandaş olarak beni tatmin etti mi? Elbette ki hayır. Fakat birilerini çok fazla tatmin etmiş olacak ki maşallah, gazete köşelerinin bazılarında zil takıp oynayanlar var. Ve ne hikmetse gazete köşelerinin genelinde de derin bir sessizlik var. Kılıçdaroğlu ve CHP'li kurmayları dışında hiç kimse bu konuda net değil. Hakikaten bir tek Kılıçdaroğlu ve mesai arkadaşları çok net tavır sergilediler. Bu gün RTE'nin suç olarak altını çizdiği  Kılıçdaroğlu'na ait "bu mahkeme
meşru değil" ithamı ne kadar suçtur bilinmez ama Ergenekon kararlarıyla ilgili bir tek CHP'nin kafası net. Geriye kalanlar ise meseleye pek bir mesafeli yaklaşıyorlar. Büyük bir temkinle kalem oynatıyorlar.

     Peki bu dava ve bu davadan çıkan kararlar ne işe yarayacak?

     Bazılarının iddia ettiği gibi askeri vesayeti tarihe gömebilecek mi? Bunu elbette zaman gösterecek ama şunu söyleyebiliriz: Geriletecek ve en azından belli bir süre gündem dışına itecek.

     Peki ya sivil vesayet?

     Bunu hiç düşünen var mı bu ülkede? Var ama henüz baskın değil.

     RTE'ye sorsanız "vesayetin sivili mi olur canım" der bitirir olayı.. Bir zaman "diktatörlüğün sivili mi olur" dediği gibi. Şimdi RTE'ye vesayetin sivilininde olabileceğini anlatmak O'na hayatı baştan anlatmak gibi olur ki bu mümkün değil.

     Elbette sivil vesayet bal gibi olur ve şu an Türkiye'de de vardır zaten. Tabi askeri vesayet ile sivil vesayet aynı şeyler değildir. Her ikisi de ülkede yaşayan belli kesimlere hayatı zindan eder. Askeri vesayet çok küçük bir azınlığa huzur veriyordu eskiden. Çok büyük bir çoğunluğu da eziyordu. Çünkü elinde silah vardı. Fakat sivil vesayet ülkenin yarısına kadarını ezebiliyor şu an. Seçim dönemleri yaklaştığında bu ezme durumu daha da aza iner sivil vesayette.

    Bu analiz bize gösterir ki aslında değişen çok bir şey yoktur. Ergenekon davası ve bu süreçte yaşananlar belki askeri muma döndürmüş, sesini çıkaramaz hale getirmiştir. Nihayetinde bu gün halim selim bir genelkurmay başkanımız var. Kuvvet komutanlarının bırakın isimlerini esamelerini bile görmüyoruz.Artık ekranlarda efelenen , dayılanan orgenerallerimiz yok. Bu iyi bir şey. Kötüsü  bunları tüm cevvalliğiyle telafi eden ve bu hususta yemeden , içmeden, uyumadan; büyük bir özveri ve kararlılıkla çalışan bir başbakanımız var. Yani gitti İlker Başbuğ kaldı Recep Tayyip Erdoğan. Değişen bir şey temelde olmadı. Statüko aynen varlığını sürdürüyor maalesef.

   

2 Haziran 2013 Pazar

BÜYÜK ACIMA



    Sanki ağlamak istiyorum şu an biraz. İçimde kendime karşı küçükte olsa bir acıma hissi var. Günlerdir çok az uyudum, çok az yedim. Çok sigara ve kahve tükettim. Çok fazla  stresle baş başa kaldım.

    Bir ara haberim olmadan çekilen bir fotoğrafımı gördüğümde saçlarımın epeyce uzamış olduğunu ve uzun saçı kendime yakıştırdığımı fark ettim.

    Artık duygularımın yavaş yavaş farklılaştığını sezinliyorum. Güvende olmadığım hissi günden güne gelişiyor. İnsan olarak güçsüzlüğümü ve acizliğimi fark ettikçe içimde kendime karşı acıma duyguları çoğalıyor. Sadece kendime karşı değil tabii ki. Başkalarına karşı da . Misal dün başbakanın gezi parkı protestoları karşısında yaşadığı şaşkınlığı ve ne söyleyeceğini bilmez tavrının bir yansıması olan acziyet dolu konuşmasını dinlerken ona şöyle bir acıdım. Çok değil ,bir kaç gün önce "biz kararımızı verdik,siz ne yaparsanız yapın ,biz bunu yapacağız " derken gayet kendinden emin bir adamdı başbakan. Onun bu tökezleyişi karşısında üzüldüm açıkçası. Aynı biçimde yaptıkları bir haltmış gibi sokağa dökülenlere de acıdım. Niçin orada olduğunu bilmeyen ve orada olma modasına uymak için orada olan, şöyle allıklı bir fotonun altına iliştirilmiş "ilk gazımızı yedik" notlu instagram paylaşımları yapan  sanatçılara da acıdım. Acıdım çünkü manzara hoş değildi. Manzaranın tüm nahoşluğuna karşı bazı köşe yazarlarının kaliteden yoksun satırlarında ki olayı destansılaştırma gayretiyle döktürdükleri hamaset dolu paragraflar da içimi ayrıca eritti. Bir de adını direniş koymuşlardı. Gerçekten bunun direnişle falan da bir ilgisi yoktu. Bu bir toplumsal zavallılaşmaydı ve hakikaten ben bu gün bu zavallılaşma karşısında toplumuma epeyce bir acıdım.

    Evet.. Halim budur. Her acıdığım canlıda aslında kendime acıdığımı fark ettim.

    Ve evet. Acınacak haldeyim. Gecenin bu saatinde şehirden 10 km uzaklıkta ki bir benzinliği beklemekte olan ben kendime başka hangi duyguları besleyebilirim ki. Normal insanlar gibi daha rahat bir yaşam peşinde koşmam gerekirken bu rezil durumda kalmaya ısrar ediyor olmamın getirdiği bir duygu olsa gerek bu. İçimden bir ses az önce bana anlamsız bir biraraya gelişle toplanmış saçma bir kalabalığı sis bombalarıyla sindirmeye uğraşan polis güçlerini hatırlatıp hayır sen rezil değilsin, sen namusuyla gece gündüz çalışıp hayatını kazanmaya çalışan doğru düzgün bir adamsın deyince galiba biraz rahatladım...