Ve Allah (C.C) buyurdu ki:

İMAN EDEREK SALİH AMEL İŞLEYENLERİN HATALARINI AND OLSUN Kİ ÖRTERİZ VE ONLARI YAPTIKLARI AMELLERDEN DAHA GÜZELİ İLE MÜKAFATLANDIRIRIZ. (Ankebut, 7)

GÜNÜN SÖZÜ

İNSANLARA MERHAMET ETMEYENE ALLAH (C.C)MERHAMET ETMEZ...
Hadis-i Şerif

DUR!BURADAN ÖTEDE RİSK VAR!!!

HOŞGELDİN...AMA BURADAN SONRASI SENİN İÇİN HOŞ OLMAYABİLİR...DİKKATLİ OL...
Ben bir miktar suydum,
Yatağımı arıyordum,
Bulacaktım ama;
İzin vermediler,
Kim mi?
Herkes...

13 Eylül 2015 Pazar

ÜLKEMİZİN BÖLÜNMEMESİ İÇİN İKSİR: SAĞDUYU


Her gün gelen şehit haberleriyle sarsılıyoruz. İçimiz, ciğerimiz yanıyor. Terörü lanetliyor ve bir an önce bitmesini istiyoruz. “Bunun için ne gerekiyorsa yapılsın; bu mesele, hemen derhal çözülsün” diye bağırıyoruz. En temel temennimiz bu. Bir şehit, hatta bir yaralı haberine daha tahammülümüzün kalmadığını hissediyoruz. İçimizde ki duygular o kadar yoğunlaşmış durumda ki toplumca fıttırmanın eşiğindeyiz.  Ama bir yandan da en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyin sağduyu olduğunu biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki, eline aldığı silahtan ve uygarlıktan uzak, barbar yaşam tarzından sağladığı enerjiyle milletimizin intiharına çalışan bir topluluğun bizi yok etmeye ant içtiğini. Gerçekte emellerinin ne olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. O insanlar için, ölüme yolladıkları militanlarının bile hiçbir değeri yokken, kendi canının değerini bile dağa çıkarken geride bırakmış bireylerin oluşturduğu bu barbar topluluktan her şeyi bekleyeceğimizin bilincindeyiz. Onlarla mücadele etmemiz gerektiğinin de farkındayız. Sürekli ağızlarından düşürmedikleri demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla barbarlıklarını perdelemeye çalıştıkları gözümüzden kaçmıyor. Bu gün bizim bir kısım aydın güruhuna dağdaki gerilla yaşamı pek ilginç, pek çekici, pek farklı gelebilir, ama uygarlığın ortasından bakınca görünen manzara son derece farklıdır. PKK hiçbir biçimde bu topraklara ne uygarlık getirebilir ne de uygarlığın gelişimine bir katkı sunabilir. Yapacağı tek bir iş vardır, o da en iyi yapabildiği iştir: Öldürmek. Sayıca ne kadar çoksa öldürdüğü o kadar mutludur. Türk milletinin canını ne kadar derinden yakarsa kendisini o kadar iyi hisseder. Yaydığı dehşetten mesut olan ve bunu başarı sayan bir topluluktan bahsediyoruz, dikkatinizi çekerim. Çünkü öldürmediği sürece kimsenin dikkatini çekemeyeceklerini biliyorlar. Öldürme işi olmadığında unutulup gideceklerinin pekâlâ farkındalar. Dehşet yaratmadıklarında kimse onlardan bahsetmeyecek. Bir köşede kirli bir bez, bir paçavra gibi unutulup gidecekler. Ölümü göze aldık demeleri bir kamuflajdır, kanmayın. Göze aldıkları ölüm falan değildir, asıl göze alamadıkları şey yaşamaktır. Çünkü kolay değildir uygar bir insan olarak yaşamak. Uygarlık pek çok detayı barındırır bünyesinde. Uygar toplum karmaşıktır. Öyle ki, hiçbir araştırmacı, sosyolog, antropolog vs. dehlizlerini çözmeyi başaramıyor karmaşık yapılı uygar bir toplumun. Toplumumuz uygarsa, yani akıl almayacak kadar karmaşık bir yapılar bütünüyse;  bunun karşıtı, zıddı PKK değil midir? PKK bizim sadece düşmanımız mıdır? Bizimle savaşan basit yapılı bir örgüt müdür? Onu tanımlamanın bu kadar basit olmadığının bilincindeyizdir umarım.  Tarih Marx’ın iddia ettiği gibi sadece “sınıflar arası mücadelenin” tarihi değildir. Tarih en az sınıf mücadelesinin olduğu kadar “barbarlarla uygarların da” savaşımının tarihidir. Yerleşik olmanın, tarım yapmanın, kaybedecek çok şeyi olmanın; avcılık ve toplayıcılıkla, ilkelce yaşamak yerine üreterek yaşamanın ve dahası yaşamı üretmenin karşısında “barbarlık” durur. Neyse ki, çok şükür ki, uygarlık artık barbarlığın karşısında diz çökmeyecek kadar güçlü. Ama barbarlara teslim olmamanın, barbarlarla savaşmanın da bir bedeli vardır ve bu bedel maalesef yürek yakıcıdır. Barbarın yanacak bir yüreği olmadığından, bile isteye, gencecik insanların içinde yanan ateşi, nefrete dönüştürüp onları ölüm mangalarına çevirir ve o mangaları en ileri teknolojik ekipmanlarla donalı bir ordunun önüne atar. Sadece öldürtür. Hem kendi militanlarını güvenlik güçlerine hem de güvenlik güçlerini kendi militanlarına. Sadece öldürtür. Biz bütün bunların açık bir zihinle bilincindeyizdir. O zaman yine en başta ifade edildiği bu gün ihtiyacımız olan tek şey sağduyu. Sağduyumuz bize barbarların karşısında barbarca tutumlara girmemeyi emreder. Çünkü barbarın bizden yegane beklentisidir: Bizim de en az onun kadar barbarlaşabilmemiz. Böylece barbarlığını meşru etmeye çabalayacaktır. İnsan olan, hedeflerine öldürerek değil çalışıp çabalayarak ulaşır. Kürtler bizim kardeşimizdir. PKK içine düştüğü barbarlık sarmalına Kürt kardeşlerimizi çekmek için var gücüyle öldürmekte ve ölmektedir. Ve Türkler! Siz bin yıldır birlikte her türlü acıya katlandığınız Kürt kardeşlerinizi onların insafına terk edecek misiniz? Yoksa “bizim derdimiz sizinle değil, sizden ve sizin için var olduğunu iddia eden o barbar, totaliter, Stalinist, ömrü hayatında medeniyete dair ne varsa karşı durmuş savaş çılgınlarıyla” deyip bu ikisini birbirinden ayıracak mısınız? Ne yapacaksınız? İşte bütün sorular gelir ve bu noktada kilitlenir. Gelecek bu soruya vereceğiniz yanıta göre şekillenir. Kardeşlerimize sahip mi çıkacağız yoksa tamamını topyekûn barbar PKK’lı mı ilan edeceğiz? Eğer sahip çıkacaksak atmamız gereken bazı adımlar açıkça bellidir. Bir defa evvela, devletimizin kurucusu ve meşruiyet kaynağı meclisimize gönderdikleri seçilmişleri yok saymamalıyız. Onların elinde silah olmadığını, silahı tutanların dağda ölüm planları yaptığını bilmemiz gerekiyor. Barbarlarının en büyük derdinin seçilmişleri devre dışı bırakmak olduğunu anlamamız gerekiyor. Biz bu gün o seçilmişleri “sizde onlarla” eşitsiniz, “sizde hepiniz birer teröristsiniz” diye lanetlersek aslında bir nevi barbarların amacına hizmet etmiş olmaz mıyız?  

Uzun lafın kısası, evet, çok üzüntülü ve acılıyız. Yüreğimiz yanıyor ve bir güvercin ürkekliğiyle izliyoruz haber bültenlerini. Ama sağduyuya kulak vereceksek Kürtler’i toptancı bir bakış açısıyla kategorize etmememiz gerekiyor. Seçilmiş vekillerini sevmek zorunda değiliz ama en azından uygarca bir duruş için saygı duymamız gerekiyor. Onlara bu ülkede kendi kimlikleriyle her şeye rağmen söz sahibi olduklarını hissettirmemiz gerekiyor. Barbar PKK’yla savaşmamız gerekiyorsa, Kürt kardeşlerimizi de kazanmamız gerekiyor. Devletimizin bir zamanlar o insanlara çektirdikleri acıları unutmamamız gerekiyor. Cuntacıların Diyarbakır cezaevlerinde Kürtler’e çektirdikleri acıları tekrar tekrar hatırlamamız gerekiyor. Onlara bu gün artık her şeyin o günlerden farklı olduğunu, o kâbus dolu günlerin bir daha asla geri gelmeyeceğinin güvencesini vermemiz gerekiyor. Bu güvenceyi davranışlarımızla göstermemiz gerekiyor. Gösterecek miyiz bunu? Sağduyuya kulak verecek miyiz? Yoksa içimizden dışımıza taşan acılarımızın bizi yönlendirmesine izin mi vereceğiz? Geleceğimiz bu sorunun yanıtlarında gizli.               

10 Eylül 2015 Perşembe

FAŞİSTLER'İN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ

Afişi tutan kafa ile afişi tutulan kafa arasında bir fark var mı sizce?

Tarafsız bir gözlemci Kürt siyasal hareketini ve AKP iktidarını dikkatle incelerse, ikisi arasında çok ilginç muhteşem benzerlikler bulacaktır.  Aynı tarafsız gözlemci Türkiye’deki ana muhalefeti ve iktidarı incelerse de aynı sonuçlara ulaşabilir. Gülen cemaati ve iktidar üzerine yapılacak bir incelemede de sonuç değişmeyecektir. Bu, bu yapıların tümünün farklı konularda aynı çizgide durdukları anlamına gelir. Bu da Türkiye’deki etki odaklarının zihniyetinin faşist olduğu gerçeğini ortaya koyar. Bu cümlenin açılımı şudur: RTE ile Selahattin Demirtaş arasında, Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu arasında, Cem Küçük ve Can Dündar arasında, Ekrem Dumanlı ve Mehmet Barlas arasında kuvvetli bir bağ vardır ve o bağ faşizmdir. Bu ve benzeri tüm isimler faşisttir.
Bir kere, kendileri için istediklerini başkaları için istemezler. İçinde bulundukları yapıların hizmetkârlarıdırlar. O yapılarınsa tek varoluşsal amacı vardır: İktidar sahibi olmak. Verdikleri mücadele iktidar mücadelesidir. Bu mücadeleye zarar getirecek hiçbir doğruyu dile getirmezler, hiçbir yanlışa karşı çıkmazlar, hiçbir haberi yayınlamaz, hiçbir beyanatın altına imzalarını atmazlar. Bu davranışları karakteristik bir özelliklerini de açığa çıkartır: Bu şahıslar müthiş ikiyüzlüdür.  Kendi kendilerineyken başka, kameralar karşısında başka, Batılı güçlü beyler karşısında başkadır.  
Örneğin, Demirtaş Cizre’de ki sokağa çıkma yasağını eleştirirken küheylanlar gibi şaha kalkar ama konu asker ve polislerin vahşice katledilmelerine gelince sesi düşer, cümlelerin tonu açılır ve dil ucuyla, yarım yamalak bir ağızla ve süratle, kısacık ve olabildiğince kibar tanımlamalarla meseleyi geçiştirir.
RTE’nin yüreği, cesedi sahile vuran Kobanili çocuğa yanar, bunu uluslararası toplantıda dile getirip Batı’yı suçlar, sesinin desibeli yükseldikçe yükselir ama iş Cizre’de, sokakta kimin sıktığı belirsiz bir kurşunla öldürülen çocuğa gelince aynı yürek taş kesilir ve aynı ağız susar.
Davutoğlu, şehitlerimiz toprağa düştükten saatler sonra milli maçta hoplayıp zıplarken görüntü verir ve Kılıçdaroğlu barolar birliğinin adli yıl açılış töreninde atılan göbeklere gülümseyerek alkış tutar. Davutoğlu’nun fotoğrafını Can Dündar’ın Cumhuriyet’i ve Ekrem Dumanlı’nın Zaman’ı anında yayınlarken Kılıçdaroğlu’nun fotoğrafını da Cem Küçük’ün ve Mehmet Barlas’ın gazeteleri anında yayınlar.  
Bu ve benzeri pek çok örnek sabaha kadar çoğaltılabilir, bununla kırk katırın taşıyamayacağı ağırlıkta, ciltler dolusu kitap yazılabilir.
Amaç; Makyavelist bir anlayışla iktidara koşmak ve bu uğurda rakiplerine saldırmak, onları yok ya da bertaraf etmek olunca ortaya çıkan tablo tamamen budur. Böyle bir ülkede demokrasiden, hukuktan, insan haklarından, medeniyetten ve insanı insan, milleti millet yapan hiçbir değerden söz edilemez. Dahası böyle bir devlet, toplumun iyiliğinin önündeki en büyük engeli teşkil eder. Ancak toplum devleti dönüştürecek araçlardan yoksun bırakılmıştır. Özgür bir şekilde, sağduyulu olarak oturup düşünemez. Olayları sorgulayamaz. Bu durum, toplumu oluşturan bireylerin geri zekalı ya da yeteneksiz olduklarından ileri gelmez. Bireyler gruplaştırılmış ve gruplar arasına aşılmaz setler çekilmiştir.  “Bitaraf olan bertaraf olur” cümlesi zihinlere kazınmıştır. Geçmiş değiştirilmiş, istatistiksel yalanlar bombardımanıyla zihinler bulandırılmış ve bu uğurda tüm kitle iletişim araçları ve sosyal medya seferber edilmiştir. Tüm gazeteler aynı faşizanlığı farklı bir grup adına dile getirir. Tüm televizyon kanalları, sosyal medya hesapları insanların zihnini bombardımana tutar.
Sonuçta ne olur?
Kandil’in yaşlı savaş lordları yoksun Kürt çocuklarını ölüme sürer. Sarayın iktidar lortları yoksun Türk çocuklarını ölüme sürer. Gazeteler ve medya ölüleri yarıştırır. Ülkede yaşama sevinci ortadan kalkar. Müzisyenler konserlerini, sinemacılar galalarını, evlenecekler düğün törenlerini iptal eder. Toplum yastadır. Ve yastayken eğlenemez. Stres gün be gün birikir. Taşar ve patlar. Binalar ateşe verilir. Öfke parti tabelalarından çıkarılır.

Sonra çok enteresan bir şey olur: Sırf Kürt diye bir adamın dükkanı yakılmaya çalışılır. Sınırda nöbet tutan askerin babasıdır bu. Sınırın öte yakasından bir kurşun gelir ve asker şehit olur. Türkler’den bir grubun bir araya gelip yakmaya çalıştıkları o dükkânın sahibi olan Kürt’ün evine komutanlar acı haberi vermek için gelirler. “Dün başka bir grup dükkanımı yakmaya gelmişti, bu gün siz oğlumun şehit haberini vermeye geldiniz” der adam. 

11 Ağustos 2015 Salı

TÜRKİYE'Yİ PATLATAN BOMBA: SURUÇ


İsa’dan önce 585’te Lidyalılar ve Medler Anadolu hakimiyeti için karşı karşıya gelirler. Daha iki ordu birbirini yok etmemişken tuhaf bir şey olur. Hava aniden bir süreliğine kararıverir. İki tarafında akil insanları arasında bir hareketlilik başlar. Bu olayı “tanrı savaşmamızı istemiyor ve bize işaret gönderiyor” şeklinde yorumlayan rahipler krallarının huzuruna çıkar ve durumu izah eder. Nihayetinde savaşa son verilir. Barış yapılır. Keşke İsa’dan önce 6. yüzyılda tutulan o güneş 20 Temmuz 2015’te saat 12’de yine tutulsaydı, belki bu gün yaşamakta olduğumuz tüm bu süreç ortaya çıkmayabilirdi.
20 Temmuz 2015, Salı günü, öğlen 12 sularında genç bir intihar bombacısının pimini çektiği bomba Türkiye’de yaşamı belki de bir daha geri dönülemeyecek biçimde değiştirdi.  Katliamda tam 32 geç ve masum yurttaşımız feci bir biçimde hayatını kaybetti. Katliam PKK ve TC’nin yeniden savaşa başlamasında önemli bir dönemeç oldu. Eller tetiklere yeniden götürüldü ve bu sefer tetikleri bırakmak çok zor olacak gibi görünüyor.
Suruç katliamı sonrasında yaşananlar PKK ile TC arasında ki savaşı yeniden alevlendirmekle kalmadı yalnızca. Aynı zamanda HDP’nin Türkiyelileşme projesine de belki de telafisi imkânsız hasarlar verdi.
Bu gün Türk siyaseti büyük bir çıkmazın içerisindedir. Öyle ki mesele sadece yaşamakta olduğumuz ağır terör bunalımı değil.
Koalisyon müzakerelerinin silahların gölgesinde sürdürülmeye çalışıldığı böylesi bir ortamda kamuoyunun müzakerelerden pek de umutlu olduğunu söylemek zor. Erken seçim şu an en güçlü seçenek. Baş döndürücü bir hızla bombaların ve silahların patladığı ortamda erken seçim kartını öne sürmek neyi değiştirecek? Pek çok insan seçimin derdimize çare olmayacağını düşünüyor. Öyle ki, birçok hatırı sayılır araştırmacı da bu görüşü destekliyor.  AKP’nin 7 Haziran kampanyasında sergilediği tutumla Kürt seçmenlerini sonsuza dek kaybettiğini düşünüyorlar. CHP’nin oylarının belki de hiç değişmeden kalacağından neredeyse herkes emin. Geriye MHP’den AKP’ye gitmesi muhtemel oylar kalıyor ki, şehit cenazelerinin ardı ardına geldiği bu ortamda bunun aksinin doğru olduğu tecrübeyle sabit. Geriye iki ihtimal kalıyor: Birincisi hemen hemen her seçimde, herkes oyunu kullandıktan ve pozisyonunu aldıktan sonra kimin iktidar kimin muhalefet olacağına ya da olamayacağına karar veren kararsızların çoğunluğunun sandığa gitmemesi. İkincisi baraj altında kalan yüzde 5’in AKP’ye oy vermesi. İkinci seçenek neredeyse imkânsız gibi duruyor ve birinci seçenekte yine sandıktan tek parti iktidarının çıkacağını garanti etmiyor.
Durum son derece vahim. Bu vahametin birincil nedeniyse Suruç katliamıyla HDP’nin Türkiyelileşme projesine konulan nokta. Şu an sanki bir bütün olarak süreç bu yönde ilerliyor. Koalisyon kurulamıyor ve erken seçim en olası ihtimal. Erken seçimde Kürtler HDP’ye kilitlenecekler ve HDP barajı aşacak. Milliyetçiler MHP’ye koşacaklar ve MHP oylarını belki bir iki puan artıracak. AKP tek başına iktidar olabilecek çoğunluğa ulaşamayacak. Tablo üç aşağı beş yukarı değişmeyecek ve işte o zaman ne olacak?
Meseleyi anlamak adına isterseniz hikâyeyi bir de tersinden okuyalım. Suruç katliamı olmasaydı ne olacaktı? Bir kere ertesinde iki polisimiz, uykularında vahşice öldürülmeyecekti. PKK sakallı insanları Işid’çi diye nitelendirip infaz edemeyecekti. TC uçakları Işid hedeflerini vurmak üzere havalanırken Kandil’e yönelmeyecekti. Tüm bunlar olmadığında bu gün terör eylemleri ve şehitlerimizin cenazeleri ana gündem maddesi olmayacaktı.
Bu gün hiç kimse, sabah akşam HDP’ ye “sen önce PKK terör örgütüdür de” diye çullanmayacaktı. HDP savunduğu her şeyi büyük bir özgüven ve sıkıntısızca savunmayı sürdürecekti. 7 Haziran seçimleri öncesi Selahattin Demirtaş’ı ve diğer HDP’lileri ekranlarında ve köşelerinde bolca ağırlayanlar “Demirtaş’ı siz parlattınız” suçlamasıyla karşı karşıya kalmayacaktı. Hiç kimse Demirtaş’ın bir siyasi proje olduğu savını ileri sürmeyecekti ya da sürse de hiç inandırıcılığı olmayacaktı. İster erken seçim olsun ister normal seçim HDP bir daha ki seçimlerde Türkiye’nin dört bir yanından daha fazla oy alabilecekti. Kürtler demokrasi tarihimizde belki de ilk kez sandıkta kazandıkları güçle istedikleri hak ve özgürlükleri siyaset yoluyla söke söke alabileceklerdi.
Tüm bunlar mümkündü ama bunların hiç birisi olmadı.
HDP artık Türkler’den oy almayı gönül rahatlığıyla unutabilir. Şayet 7 Haziranda kendisine Türk seçmenlerden oy verilmişse onları da peşin peşin sahiplerine geri verebilir. Sadece bu değil, gelecek seçimlerde kendisini sabah akşam konuk edecek, sazlı sözlü Doğan medyası programlarına da çok umut bağlamasa iyi olur. Çünkü şurası açık ki, Doğan medyasının da direnme gücü bir yere kadardır.  Şirin Payzın’ın maaşını ödeyenler bir yere kadar onun çıtı pıtı mimiklerine izin verebilirler. Çünkü sabah akşam bombaların patladığı bir genel seçim ortamında Türk kamuoyu da Doğan medyası üzerinde büyük bir baskı oluşturmayı ihmal etmeyecektir. Kaldı ki, kendisine seçim öncesinde verilen destek için Doğan medyasından bazı pişmanlık yazılarını şimdiden okumaktayız.
Son tahlilde görünen manzara şu: 7 Haziran seçimleri öncesinde HDP müthiş bir farklılık yaratmıştı. HDP’nin artık değiştiğine,  sadece Kürtler’in değil Türkler’inde partisi olma yolunda ilerlemek istediğine pek çok insan inanmaya başlamıştı.  Suruç’ta patlayan bomba HDP’nin Türkiyelileşmesinin önüne aşılması güç bir “dağ” koydu. Olan sadece bu değildi tabi. Türkiye’nin önüne de hiç belirli olmayan bir siyasi gelecek çıktı. Şimdi soru şu: Her gün yedi ya da sekiz şehidinin cenazesiyle yüreği yanan bir Türkiye hemen çok yakın geleceğini tehdit eden siyasi kaosunu nasıl aşacak? Bu kaosu aşmak için ihtiyaç duyduğu sağduyuyu olası erken seçimlerde nasıl elde edecek? Elde edebilecek mi? Erken seçimlerden deyim yerindeyse bu kafayla nasıl geleceği değiştirecek bir siyasi tablo çıkacak?

    

13 Kasım 2014 Perşembe

BİZ HİÇ CİKLET ALIR GİBİ CEP TELEFONU ALMADIK

Türkcell’in kuruluşunun 20. Yıldönümü nedeniyle düzenlenen resepsiyona katılmış Erdoğan ve her zaman ve her yerde olduğu gibi sadece yapmakta olduğu bir şeyi, bir konuşmayı yapmış. Önce Türkcell’in işini ne kadar iyi yaptığına dair övgüler sıralamış, Türkcell gibi nadide şirketlere ne kadar ihtiyacımız olduğunu vurgulamış, bilişim alanında Türkiye’nin ne kadar ileride olduğunu belirtmiş ve sözü bize, yani halka getirmiş. Hazret konuştuğu kürsülerden bakınca öyle görüyormuş demek ki, şöyle buyurmuş: “Ciklet alır gibi cep telefonu alıyorlar.”  Kendisini dinleyen ahalinin kafası hayli bir karışmış olsa gerek ki cümleye ne tepki vereceklerini bilememişler. Alkışlasalar mı gülseler mi? İflah olmaz muhalif gazeteler de konuyu bu cümleyle manşetlerine taşımışlar. Biz haberi okuyan milyonlar içinse soru şu? Şimdi buna ne tür bir tepki vereceğiz? Gülecek miyiz, ağlayacak mıyız? Yoksa hazret ne güzel tespit etmiş durumumuzu mu diyeceğiz?
Doğrusu biz bir şeyden son derece eminiz: Asla “çiklet alır gibi” cep telefonu almıyoruz. Keşke alabilsek, keşke o kadar iyi olsa durumumuz ama değil, alamıyoruz.
Konuyu derinlemesine analiz edebilmek için önce çiklet nasıl alınır buna bir bakalım isterseniz.
Hiç birimiz genelde sadece çiklet almak için bakkallara gitmeyiz. Bakkallar da zaten sadece çiklet müşterileri alsın diye koymaz kasanın hemen yanı başına özenle o kutuları. Aslında çiklet müşterisi diye bir şey de yoktur. Ciklet bize dikte edilir çoğu zaman. Usta bakkallar işin dikte kısmını pek hissettirmese de kuruşunun hesabını bilmek zorunda olan biz, sıradan halk bunu anlarız. Nezaketimizden olsa gerek bir şey demeyiz. Alışverişimizin üstüne kalan kuruşların sakızla ödenmesine razı oluruz.
Bazılarımız bundan memnuniyet duyar. O basit kuruşçukların cebimizde yitip gitmesinden korkup bakkalı para üstünü çikletle ödemeye teşvik eder. Para üstü olarak uzatılan beş, on ya da yirmi beş kuruşluklar bu amaçla çiklete çevrilir.
Bu çikletler bazen çocuk sevindirmek bazen de çocukları kandırmak içindir, ki konunun asıl bu noktası temel toplumsal özümüzün oluşmasına etki eder. Çocuğunun istediği pahalı çikolataları alarak bütçesinde büyük delikler açmak istemeyen babalar içinde çiklet bu açıdan işlevseldir. Çocuğa hiçbir şey almadan eve gitmektense en azından çiklet almak bile bir şeydir. Bu durum çocuğa her ne kadar bir çikolatanın, muzlu sütün ya da futbolcu kartlarının verdiği mutluluğu vermese de ya da çocuk beklentileri o yönde iken küçük ve anlamsız, hatta içindekinin tatsız olduğunu bildiği minik çiklet poşetiyle karşılaşsa da bununla teselli olmayı bilir ve bu duyguyu düzenli tekrarlarla zamanla pekiştirir. Böylece her çocuk daha o yıllarda öğrenir gerçekleşmeyen büyük beklentiler karşısında küçük şeylerle teselli olmayı. Daha fazlasını istememeyi, daha azıyla yetinmeyi… Köle gibi çalışıp, asgari ücrete talim etmeyi ama ne işverene, ne siyasilere ne de ülkeyi yönetenlere karşı gelmemeyi… Milyar dolarlık residans inşaatlarında ailesinden, sevdiklerinden uzak, bir sıcak çorbaya bir tatlı söze hasret gece gündüz çalışıp sonra da onlarca metre yükseklikten yere çakılıp ölmeyi ama yine de bu işe devam etmeyi… Birilerinin kendilerine hiç sormadan, kendileriyle hiç konuşmadan koyduğu bir takım üretim hedeflerinin gerçekleşmesi adına yerin metrelerce altına inip, bütün bedenini siyahlara çalan kömür madenlerinde göçük altında kalıp, kendisine bir lokma ekmeği bile yerin 350 metre altında yediren sistemle yetinmeyi…  

Hâsılı, Sayın Cumhurbaşkanı, biz millet olarak hiçbir zaman çiklet alır gibi cep telefonu almadık. Keşke alabilseydik. Keşke babalarımız biz küçükken bütçelerini zorlayıp bize beklentilerimizin altında, çiklet değil de beklentilerimizin üstünde bir şeyler getirseydi eve gelirken. Böylece biz de bu gün daha fazlasını isteme cesaretini kendimizde bulabilirdik belki. Ama o zaman siz başımızda olabilir miydiniz? Tartışılır. Ama merak etmeyin, size bile şükrediyoruz! bakın gördünüz mü? Oy veriyoruz size, hem de her seçimde daha fazla oy vererek sizi ödüllendiriyoruz; çünkü beterin beteri var, bunu biliyoruz. Siz hiç kaygılanmayın sayın cumhur reisi, halkın adamı: Biz çocukluğumuzda çikletlerle yetindiğimiz gibi sizinle de yetiniyoruz. Ama altını çizmekte yarar var, biz hiç çiklet alır gibi cep telefonu almadık ve almıyoruz.

25 Ekim 2013 Cuma

gezi partisi

   
Ve Gezi Partisi kurulmuş. Bu çok sevindirici bir haber. Hayırlı uğurlu olsun. Partiyi kuranlar ne gibi bir amaç ve hedefle yola çıktılar, siyasi arenada nasıl bir duruş sergileyecekler bunu şu an bilemiyoruz. Ama resmi başvurusu işleme konulmuş ve resmen bir siyasi parti olmuş artık gezi partisi
    Keşke zamanında Öcalan'da PKK'yı silahlı bir örgüt olarak değilde bir siyasi parti olarak  hayata geçirseydi.Silahlı mücadeleye girişme yolunu hiç seçmeseydi. Şu an belki de çoktan Kürt sorunu çözülmüş ve ülkemiz daha demokratik daha huzurlu ve daha müreffeh bir ülke halini almış olabilirdi.

     İçinde şiddetin,haksızlığın,taşkınlığın, kotrol edilemezliğin bulunduğu hiç bir şey eninde sonunda sonuç vermez. Hiç bir savaş haklı değildir. Amacı ne olursa olsun her savaş insan ırkının aşağılık faaliyetlerinden biridir.

     Şiddetin belki fizikseli ve duygusalı olabilir ama büyüğü küçüğü olmaz. Aydın olan hiç bir insan ne olursa olsun ya da hangi gayeye hizmet ederse etsin şiddete onay vermemelidir.  Bunun olmaması için incelik gerekir. Ben yaptığım eylemlerle birilerine rahatsızlık veriyor muyum? Bu inceliğe sahip her insan ruhu bir başkasını rahatsız etmemek adına hal ve davranışlarına dikkat edecektir. 

     Allah'ın lütfu bir ülke de yaşıyoruz. Yaşadığımız ülkenin güneyi ve doğusu türlü belalar ve musibetlerle dolu. Sınırımızın hemen öte başlarında olanları anlatmaya insanın dili kolayca varamaz. Siyasi iktidarın özellikle komşularımızla ilişkilerimizde doğru düzgün politika yaratamayışını bu açıdan anlayabiliyorum. Bu gün Türkiye'nin özellikle Suriye politikasını anlayabilen yok. Herkes hatta iktidar çevreleri bile bu politikanın yanlış olduğunu el altından söylüyorlar. Ama hiç kimse doğru politikanın ne olacağı konusunda tatminkar bir tez ortaya süremiyor. Öyleyse bu konu iktidar partisinin hatalı politikalarını açıklamaz Çünkü kim gelse yerine elinde adam gibi bir politik tez olamayacak. İşte bu belalarla dolu coğrafyada bizim doğru dürüst yaşayabilmemiz halk olarak çok akıllıca davranmamızdan geçiyor. 

   Halk olarak akıllıca davranabiliyor muyuz onu bilemeyeceğim ama ben Gezi Partisi kurulması olayına hakikaten çok sevindim. Bunu sokağın her türlü şiddete meyyal taraflarından korunma adına açılmış yeni bir kanal olarak görüyorum. Şiddete değil karşılıklı konuşmaya ,biribirimizi anlamaya ,birbirimizi her açıdan kabullenmeye belki de en çok ihtiyacımızın olduğu bir dönemde Gezi Partisi bu yönde atılmış bir adım olabilir. Umuyorum da öyle olur.